Ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mısınız? Gıybet ve Afetleri

Herhangi bir kimse hakkında huzurunda söylendiğinde kişinin hoş görmeyeceği veya rahatsız olacağı şeyi onun gıyabında zikretmek olarak tarif edilen gıybet, ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın 1 , özünü zedeleyen mezmum hâllerden birisidir. Kendisini savunması mümkün olmayan bir kimsenin gıyabında, şeri bir maksada veya kamu menfatine uygun olmaksızın çeşitli nedenlerle yapılan tenkit edici, aşağılayıcı ve küçük düşürücü açıklamalar, aslında bu beyanı yapan insanların zavallılıklarının bir nişanesidir.
Aslında bu durum, bu aleme güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilen 2 ve mizanda güzel ahlâktan daha ağır bir şey yoktur 3 diye buyuran gül Nebi’den (s.a.v.) ve onun ahlâkından ne derece yoksun olunduğunun hâl diliyle ilanından başka bir şey değildir. Kalbin manevi hastalıklarından birisi olarak da zikredilen bu hâl, ancak insanlığa şifa ve rahmet olarak gönderilen Kur’ân’a 4 , onun ete ve kemiğe bürünmüş hâli olarak tasvir edilen Hz. Peygamber’e (s.a.v.) ve onun buyruklarına gönül verilerek giderilebilir. İnsanların kişilik haklarını hiçe sayan, onların manevi şahsiyetlerini tahkir ve tezyif ederek bir yerlere varmak isteyen, güzel ahlâk dendiğinde yüzünde alaycı bir gülümseme ile dudak büken, akıl ile vahiy arasındaki dengeyi hiç bir zaman kavrayamamış bu biçareler, üzerinde bulundukları zeminin pek sağlam olmadığını ve olamıyacağını bilmelidirler. Her biri adeta nefis akrebinin özde aynı ama görünüşte farklı zehirleri olan, insanı insandan, başka bir ifadeyle insanı insanlığından soyarak alan kibir, riya, ucub, hased, gıybet, dedikodu gibi mezmum sıfatlar vahyin ışığında tanınarak, islâh edilmeli, bunların yerlerini tevazu, gıpta, ihlas, ihsan, sıdk, marifet ve yakîn gibi, onu özüne doğru çeken, ona her dem O’nu hatırlatacak olan hâller almalıdır.
Gönüllerine vurulan aşk ateşiyle kalb-i selime ulaşan ay yüzlü güzeller, gönüllerinde yanan bu ateşin şuleleriyle Sevgili’nin mezmum ve çirkin olarak kabul ettiği bütün bu sıfatları yakarak, onları O’ndan alıkoyacak bu sıfatların gönül beldelerine yerleşmesine imkan tanimamışlardır. Onlar alemin yaratılmasına neden olan bu ateş-i aşk ile sadece bünyelerinde bulunan bu mezmum sıfatları değil, varlık adına ne varsa, ama ne varsa herşeyi yakarak, yokluğa, yoklukta yokluğu yakarak da mutlak varlığa ulaşmışlardır…Kovanlarının yağma edilmesine tepki göstermemeleri, Yunus’un deyimiyle balların balını, yani Sevgililer Sevgilisini bulmalarından, gönül okyanusunda nice fırtınalar aşan aşk gemilerinin, emin ve durgun sulara, yani hedefe ulaşmasındandır. Mevla’yı maksud, O’nun rızasını da matlub olarak tarif eden ve bunu kendilerine vird edinen sevdalı yürekler, gönüllerinde yanan bu ışığın sönmesi ve Sevgili’den uzaklaşmak manasına gelecek her türlü dedikodudan, gıybetten, fuhşiyyattan ve menhiyyattan uzak durarak, üzerlerine düşen haklar ve sorumluluklar hususunda gösterdikleri rabbani titizlikle, herkese örnek teşkil edeceklerdir. Zira onlar gıybet esnasında, ayette ifade edilen ölü kardeşin etinin yenmesi meselesini 5 sadece yüzünden okuyarak geçmeyecek, bilakis bu kerih hâli bizzat hissedeceklerdir. Kimse hakkında asla meşru ölçüler dışında gıyabında konuşmayacak, huzurunda konuşalanlara müsade etmeyecek, buna muvafık olmadığı takdirde o meclisi terkederek bu husustaki tavırlarını net ortaya koyacaklardır.Tefsirler ışığında Kurân’da gıybet kavramı
İnsanlığa şifa ve rahmet kaynağı olarak gönderilen Kur’ân, bünyesinde bulunan ilgili ayette müminlerden asla gıybet etmemelerini emrederek, bu eylemin çirkinliğini, kişinin ölü kardeşinin etini yemesini sevip, sevmeyeceğini sorarak ve bu soruya bundan nasıl da tiksindiniz cevabını vererek ifade etmektedir. Gıybetle alakalı olan bu ayetten önceki ayetlerde de müminlere oldukca önemli ahlâki kanunları vaz eden Kur’ân, müminlerin kardeş olduklarını, öyleyse aralarının düzeltilmesi gerektiğini, hiç bir topluluğun diğer topluluğu ve hiç bir kadının diğer kadınları alaya almamasını, kişilerin birbirlerini kötü lakaplarla çağırmamasını, zannın çoğundan kaçınılmasını ve kişilerin birbirlerinin kusurlarını araştırmamasını söz konusu olan ayetlerde bakınız nasıl zikretmektedir:
„Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah’tan korkun ki esirgenesiniz. Ey mü’minler! Bir topluluk bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tövbe etmezse işte onlar zalimlerdir. Ey iman edenler! Zannın çoğundan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerini arkasından çekiştirip, gıybet etmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. O Hâlde Allah’dan korkun. Şüphesiz Allah, tevbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyicidir.“ (Hucurât, 48/10-12)
Gıybetle alakalı ayetin tefsiri husunda eserlere baktığımızda, müfessirlerin genelde gıybeti tanımlayarak işe başladıklarını görmekteyiz. 6 Et-Taberî (ö. 310 H./922) „Sizden bazınız bazısını gıybet etmesin“ ifadesini „Sizden bazınız bazınızın arkasından, yüzüne söylendiğindehoşlanmayacağı şeyleri gıyabında söylemesin“ şeklinde açıklayarak, gıybete yapılan bu tarifin Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ilgili hadiste gıybete yaptıgı tarifle ve ehl-i tevilin bu husustaki görüşleriyle aynı olduğunu ifade etmektedir. Et-Taberi ilgili ayetin tefsiri hususunda hadislere geniş yer vermekle beraber, bu hususta söz serdeden ehl-i ilim ve arifin görüşlerini de nakleder. Ayetin tefsirine yönelik et-Taberî’nin naklettigi hadislerde, genelde kişilerin fiziki özelliklerinin yerilmesi, örneğin boyunun kısalığı, uzunluğu, herhangi bir uzvunda bulunan kusuru, yemesi, içmesi veya kişinin alaya alınmasına yönelik söz ve tavırlar konu edinilmiştir. Bütün bunların yanı sıra et-Taberî, İbn Ümm Abd’in hiç bir kimsenin mümini giybetten daha şerli bir lokma tatmadığına ilişkin görüşüne de eserinde yer vermektedir. Et-Taberî „Sizden biriniz ölmüs kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz“ ifadelerinin tefsirini, „Siz nasil ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanmayıp, tiksindiniz ise yine öylece hayatta iken onu gıybet etmekten de öylece hoşlanmayıp, tiksinin! Zira Cenab-ı Hak nasıl ölünün etini yemeyi insanlara haram kıldıysa, yine öylece hayatta olan insanların gıybetini de insanlara haram kıldı“ şeklinde yapmıştır. 7
Ez-Zemahşeri (ö. 538 H./1143) ayetle ilgili tefsirinde İbn Abbas’ın gıybeti, insan köpeklerinin bir yemeği şeklinde tasvir ettiğini zikreder. Müfessirimiz ilgili ayette mübalağa sanatının çeşitli veçhelerinin bulunduğuna işaret ederek, bunları şu beş noktada özetlemiştir; ayetin soru ile başlaması takrir manasınadır. Ayette kerahet kavramı ile ifade edilmek istenilen şey, muhabbet kavramı ile bağlantı kurularak dillendirilmiştir. Ayetteki yüklemin sizden birisine isnad edilmesi ve birlerden birinin bunu sevmediğinin ifade edilmesi. Ayette kişilere gıybet edilmesinin insan eti yemekle zikredilmesi yeterli görülmeyip, yanına kardeş kavramının ilave edilmesi. Kardeş kavramının da ilave edilmesiyle yetinilmeyip, ölü kavramının kardeş kavramının yanına ilave edilmesi. 8 Bütün bu ifadelerinin yanı sıra ez-Zemahşeri İbn Abbas’dan bu ayetin sebeb-i nüzuluna ilişkin olarak şu olayı nakletmektedir: Selman (r.a.) sahabeden iki kişiye hizmet ederek, onların yemeklerini hazırlıyordu. Bir gün uyuya kalması nedeniyle bu görevi yapamadı. Bunun üzerine onu Hz. Peygamber’e (s.a.v.) kendilerine yemek için bir şeyler getirmesi nedeniyle gönderdiler. Selman (r.a.) Hz. Peygamber’e (s.a.v.) gelip durumu arzetti. Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisinde kendilerine verecek yiyecek bir şey bulunmadığını Selman’a söyledi. Selman bu durumu onlara aktarınca, onlar Selman hakkında: „Eğer biz onu Sumeyhe kuyusuna 9 su almak üzere göndersek, kuyunun suyu kurur“ dediler. Bir müddet sonra bunlar Hz. Peygamber’e geldiler. Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara: „Bana ne oluyorda sizin ağızlarınızda yeşil et görüyorum“ dedi. Bunun üzerine onlar: „et yemediklerini söylediler.“ Hz. Peygamber (s.a.v.): „o zaman hiç kuşku yok ki, siz gıybet ettiniz“ buyurdular ve gıybetle alakalı olan bu ayet nazil oldu. 10
İmam er-Razî (ö. 604H./1207) ilgili ayetteki „Sizden biriniz birinizi çekiştirmesin!“ emri hakkında, bunun mü’min kişinin manevi şahsiyetinin gıyabında korunmasının vucubuna, yani gerekliliğine işaret ettiğini bildirmektedir. Ayetteki „Kişinin gıybet edilmesi ile ölü kardeşin etinin yenmesi arasında kurulan benzetme için er-Razî, bunu kişinin ırzının, yani manevi şahsiyetinin onun kanı ve eti gibi olduğuna ilişkin bir işaret olarak kabul etmektedir. Bunun açık bir kıyas kabilinden olduğunu ifade eden müfessir, kişinin manevi şahsiyetinin kanından daha şerefli olduğunu ifade ederek, insan eti yemek akil kimseler nezdinde nasıl kerih ve tiksindirici ise, insanların gıybetini yaparak onların manavi şahsiyetlerini de rencide etmek, o derece kerihtir. Bütün bunların yanı sıra er-Razî, „Muhakka gıybet ölü insanın etini yemek gibidir“ ifadesinden hareketle, insanoğlunun zurunluluk ve hacet miktarı dışında insan eti yemesinin haram olduğunu ifade ederek, zorunluluk hâlinde ölü koyun ve insan eti bulan kişinin insan eti yiyemiyeceğini, dolayısıyla ihtiyacını gıybet dışında bir şeyle giderecek olan bir kimsenin de asla gıybet edemiyeceğini, bunun asla mübah olmadığını ifade etmektedir. 11
İmam el-Kurtubî (ö. 671 H./1272) ilgili ayetin tefsirinde giybetin üç çeşit olduğunu ve her birinin Kur’ân’da zikredildiğini beyan etmektedir. Gıybetin üç veçhi olarak tanımlanan bu kavramlar; gıybet, ıfk ve bühtandır. Gıybet, kişinin gıyabında ona dair (aleyhte) konuşmandır. Ifk, kişi hakkında sana ulaşan haberleri konuşmandır. Bühtan ise, kişi hakkında doğru olmayan bir şeyi söylemendir. El-Kurtubî ayette zikredilen „sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı ?“ ifadesi hakkında, „Cenab-ı Hakk’ın, gıybeti ölü eti yemek şeklinde tasvir ettiğini ifade ederek, ölü kimsenin, etinin yenmesinin farkında olamayıp, bunu bilememesi gibi, gıyabında kendisinin gıybeti yapılan canlıda bunu bilemiyecektir“ şeklinde bir açıklama getirerek, konuya farklı bir açıdan yaklaşmıştır. 12 Bütün bunların yanında el-Kurtubî, Meymûn b. Siyâh’ın kimseyi gıybet etmediğini ve huzurunda da kimsenin gıybet edilmesine müsade etmediğini, eğer buna muvafık olamazsa o meclisi terkettiğini kaydetmektedir. Ayrıca Hz. Ömer’in bu hususta: „insanları zikretmekten sakınınız, zira bu hastalıktır, Allah’ı zikrediniz, zira bu şifadır“ dediği rivayet edilmektedir. Eserinde gıybetin hangi hususlarda cari olacağına ilişkin görüşlere ve bu görüşleri savunan kimselerin delillerine yer veren el-Kurtubî, gıybetin dünyevi ve uhrevi hususlara ilişkin- yani kişinin, yaratılışı, fiziki özellikleri, nesebi, ahlâki, dini ve manevi hâli vs.- oldukça genel bir alanda olabileceğini ifade ederek, bunu sadece bu alanlardan birisine hasretmeyi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu konu ile ilgili buyruklarına ters düşmek olarak değerlendirmektedir. 13 Gıybetin büyük günahlardan birisi olduğunda hiç bir şüphe bulunmadığını ifade eden el-Kurtubi, bu fiili işleyen kimsenin Allah’a tövbe etmesi gerektiğini bildirmektedir. Gıybet eden kişinin gıybet ettiği şahıstan helallik alıp, alamıyacağı hususunda farklı görüşler vardır. Fırkalardan birisi bu hususta helallik alınamıyacağını, zira bu hatanın kişi ile rabbi arasında olduğunu ifade ederek, helallik alınmasi için kişinin malına veya canına karşı bir cürmün veya zulmün işlenmesi gerektiğini, burada ise böyle bir durumun söz konusu olmadığını ifade etmektedirler. Diğer bir gurub ise, gıybetin bir zulüm olduğunu ifade ederek, gıybet eden şahsın istiğfar etmesini gerekli görürler. Diğer bir fırka ise, bunu bir zulum olarak değerlendirerek, gıybet eden şahsın gıybeti yapılandan helallik almasını zorunlu görür. Zira bu hususta Hz. Peygamber’in (s.a.v.) özetle üzerinde bir mü’min kardeşinin hakkı bulunan kimselerin dinar ve dirhemin geçer akçe olmayacağı kıyamet gününe gelmeden yapılan zulüm ve haddi aşmalar nedeniyle helallik almalarının gerekliligine ilişkin ifadeleri, söz konusu beyanda bulunanların dayanakları olarak ileri sürülmektedir. El-Kurtubî gıybetin zulum olarak nitelendirilmesi durumunda, kişinin kendisi veya bu zulme maruz kalan kişi için Mevla’dan af dilemesinin pek bir manasın olmadığını, zira ortada hakkına gasbedilmiş bir mazlumun bulunduğuna, bunun da ilgili hadislerde ifade edildiği üzere, mazlumla helalleşmek şeklinde bu hakkın ifa edilebileceğini ifade etmektedir. Bütün bunların yanı sıra bazı kimseler, kendilerinden helâllik dileyen kimselere, Allah’ın haram kıldığı bir şeyi biz helâl kılamayız diyerek geri çevirmişlerdir. Nitekim bu hususta Said b. el-Müseyyeb’in bana zulmedenle helalleşemem dediği, yine bu hususta İbn Sirin’e şu adam senden sana karşı yapmış olduğu hak ihlâllerinden dolayı helâllik diliyor dendiğinde: „bana karşı yapmış olduğu hak ihlâllerini ben haram kılmadım ki, onları ona helâl kılayım. Allah gıybeti haram kıldı. Allah’ın haram kıldığı bir şeyi ben asla helâl kılıp, onunla helâlleşemem“ demiştir. El-Kurtubî, kendilerine karşı yapılan haksızlıklar ve zulümler karşısında kendilerinden helâllik dileyenlerin taleblerini Allah’ın haram kıldığını helal kılamayız diyerek red edenlerin bu tavırlarının Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ilgili hadislerde vaz ettiği açık hükümlerle çeliştiğini ifade ederek, burada söz konusu olan helâllikten kastın, o eylemi meşrulaştırmak olmayıp, sadece o kişinin nedamet duyup, gıybeti yapılan kimseden özür dilemesi sonrasında, kişinin onu af etmesi hâlidir. Zira Cenab-i Hak Kur’an’da: „Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükafatı Allah’a aittir“ 14 buyurmaktadır. 15

Gıybetin caiz olduğu yerler
El-Kurtubî gıybetle alâkalı değerlendirmelerinin sonunda, gıybetin caiz olduğu hususlara değinmiştir. Günahı açıktan işleyen fasıkın, diğer bir ifadeyle mucahirin gıyaben aleyhinde konuşmakta bir beis yoktur. Zira hadiste de ifade edildiği gibi bu husustan amaç, insanları o kişinin zararlarından korumaktır. Üzerinden haya elbisesini atan kimsenin de, gıybetinin yapılmasında beis yoktur denilmiştir. Yine bu hususta Hasan (r.a.)’dan rivayet edildi ki şu üç sınıfın gıybet edilmesinde mahzur yoktur; Heva sahibi kişi, günahı açıktan işleyen fasık ve zalim yönetici. Bidat ehli insanın da gıybetinin yapılmasında beis yoktur denilmektedir. Bütün bunların yanı sıra size zulmeden kişiden hakkınızı almanıza fayda sağlıyacaksa, zulme maruz kalan kişinin, falan kişi bana zulmetti, beni sinirlendirdi, bana ihanet etti, beni dövdü, bana iftira attı veya bana kötülük etti demesinde gıybet yoktur. Zira bu hususta alimlerin icmaı vardır. 16 Eserinde bu konuyu ele alan imam et-Tüsterî (ö. 283 H./896) İbn Abbas’dan rivayetle münafığın nifakını gizlemesi nedeniyle, gıybetinin yapılamıyacağını, ama günahlarıyla övünen ve onu gizlemeyen fasıkın gıybetinin yapılmasında bir beisin olmadığını ifade etmektedir. İmam et-Tüsterî değerlendirmelerin sonunda özetle gıybeti, günahlardan gizlenen şeylerin zikredilmesi olarak zikretmektedir. 17 Et-Tîbî (ö. 743 H./1342) Enes (r.a.)’in Hz. Peygamber (s.a.v.)’den rivayetle: „Gıybetin kefareti istiğfardır“ mealindeki hadisi yorumlarken, et-Tahâvî’nin bu husustaki fetvalarına yer vermektedir. et-Tahâvîi’ye göre nedamet ve istiğfar gıybetin kefareti hususunda yeterlidir. Eğer gıybet edilen kişiye ulaşmak mümkün olursa, kendisinden helâllik dilenir, eğer ölüm veya başka nedenlerle ona ulaşmak mümkün olmazsa, Allah’dan af dilenir, fakat o kişinin mirascılarından helâllik dilenmez. Bütün bunların yanı sıra et- Tîbî, gıybeti yapılan kişiden helâlik istendiğinde kendisine kısaca seni gıybet ettim demek yeterli midir? Yoksa seni şöyle söyleyerek gıybet ettim diyerek, gıybet mevzularını gıybet edilen şahsa anlatmak zorunda mıdır? şeklindeki sorulara cevap aramaktadır. Et- Tîbî şafi ulemasının bu hususta iki görüşünün bulunduğunu ifade etmektedir. Birinci görüşe göre, eğer gıybet eden şahıs gıybet mevzularını anlatmaksızın, bu helâlliği gıybet edenden alırsa, ona gıybet mevzularını anlatması caiz değildir. İkinci görüşe göre ise bu hususta hiç bir şart koşulmaz, zira burada gıybet edilen şahsın af etmesi ve toleransı söz konusudur. Et- Tîbî burada kişinin muhakkak gıybetsız (gıybet konusunu dillendirmeye müsade etmeden) gıybet edeni af etmesinin daha açık (şık) olacağını ifade etmektedir. Bütün bunların yanı sıra et- Tîbî el-Gazalî’in (ö. 505 H./1111) gıybet eden şahsın bu hususta izlemesi gereken yolu, gıybet eden kişinin gıybet edilen kimseye karşı sevgi ve övgü de onun gönlünü alıncaya değin yoğunlaşması gerektiğini ifade etmektedir. Eğer onun gönlü bu şekilde de alınmazsa da, onun özür kabilinden olan bu tavırları onun hesabına yazılarak, kıyamet gününde gıybet günahını bu sevabıyla karşılar. 18 En-Nevevî (ö. 676 H./1277) eserinde gıybetle alakalı bir hadisi 19 şerhederken, gıybetin caiz olduğu hususlara temas ederek, bunları altı başlık altında ifade etmiştir. En-Nevevî’ye göre gıybeten caiz olduğu bu altı husus şöyledir; 1- Zulme maruz kalan kişinin, zalimden hakkını alacak sultana, hakime veya bu görevi ifa edecek başka bir kuruma başvurarak, kendisine yapılan zulmu ve yapan kişiyi zikretmesi, 2- Kötülük işleyen bir kimsenin ıslâhı veya asi bir kimsenin doğru yola iletilmesi amacıyla, bu hususta güç ve kudret sahibi bir kimseye, kişinin durumunu arzederek, ondan bu hususta yardım istenmesi, 3- Müftüden fetva istemek kastıyla, herhangi bir kişinin, veya yakınının, annesinin, babasının, eşinin, çocoğunun vs. kendisine yaptığı bir zulmu veya başka bir şeyi ilgili şahsa anlatması, 4- Kişinin insanları bir şerden veya sıkıntıdan sakındırması, örneğin ayıplı bir mal alacak olan bir kişinin, kişilerin arasında yapılacak alış-verışi fesat etme amacı gütmeden, sadece alıcının bilmeden göreceğini zararı önlemek maksadıyla alıcının uyarılması, 5- Günahı açıktan işleyen bidat ehli fasıkın hâlininin zikredilmesi, 6- Herhangi bir kişinin tarif edilmesinde, -onu tahkir ve tezyif amacı gütmeksizin-, tarif edilen kişiye ait, bilinen lakapların, kör, topal, sağır, uzun, kısa vs. kullanılması. En-Nevevî işte bu altı maddede özetlenen, kısaca kendisinin meşru bir nedene binaen diyerek tarif ettiği bu durumlarda, gıybetin mübah olduğunu ifade etmektedir. 20

Hadis metinlerinde gıybet ve afetleri
İnsanlar arasında olması gereken kardeşlik ilişkilerini zedeleyip, özelde ilgili kişilere, genelde ise bu kişilerin temas hâlinde bulundukları kimselere zarar vererek, onlara çeşitli sıkıntılar açan bu mezmum hâl ve afetleri, kütüb-i sitte içerisinde bulunan hadis metinlerinde ve özellikle de sünen-i Ebu Davud’ta geniş bir şekilde ele alınarak işlenmiştir. 21 Hadislerde Hz. Peygamber (s.a.v.) tarafindan tanımı yapılan gıybet, bühtan (iftira), nemime gibi bir şekilde kendisiyle irtibatlandırılacak kavramlarla da ele alınarak, incelenmiş, aralarındaki fark ortaya konmuştur. İlgili metinlerde genel olarak gıybetin zararlarına değinilerek, ilahi mesaja muhatab olan bireylerin şahsında, inananlardan gıybet etmemeleri, bundan şiddetle sakınmaları istenmiştir.

Gıybetin tanımı
Gıybet mevzusu ile alâkalı yapılan çalışmalarda en fazla dillendirilen hadis, hiç şüphesiz ki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ashabına yönelttiği „gıybet nedir biliyor musunuz ?“ şeklindeki sualini konu alan hadisdir. İlgili hadiste Hz. Peygamber (s.a.v.) gıybeti: „Sizden birinizin kardeşini onun hoş görmeyeceği bir şeyle anmasıdır“ şeklinde tarif ederek, gıybet ile bühtan (iftira) arasındaki farkı bakınız nasıl açıklamamıştır:
Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivayetle Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?” ”Allah ve Resulu daha iyi bilir dediler!” Bunun üzerine: “Sizden birisinin kardeşini hoşlanmıyacağı şeyle anmasıdır!” dedi. (Orada bulunanlardan) birisi: „Ya benim söylediğim onda varsa“ dedi. Resulullah (s.a.v.): „Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eger söylediğin onda yoksa ona karşı iftirada bulundun demektir.“ (Müslim, Birr 70 (2589); Ebû Dâvud, Edeb 40 (4874); Tirmizî, Birr 23 (1935).
En-Nevevî hadisin şerhinde gıybeti „Kişinin hoşlanmadığı şeyi gıyabında zikretmek“ şeklinde tarif ederek, kişi hakkında konuşulan mevzuların kişinin bulunmadığı bir ortamda vuku bulması durumuna işaret etmektedir. Hadisde konu edilen gıybet ve bühtanın haram olduğunu ifade eden en-Nevevi, belli şartlar muvacehesinde gıybetin mübah olabileceğini ifade etmiştir. 22 Hadisi yorumlayan el-Mubarekfûrî (ö. 1302 H./1884) kişinin hoşlanmayıcağı bir şey hakkında ifadesinin genellik arzettiğini ifade ederek, bunun kişiyle alâkalı her şey hakkında, dini, dünyası, aile fertleri, elbisesi, fiziki hâli vs, olabileceğini zikretmektedir. Kişinin gıybetinin onun hoşlanmadığı bir şeyin, gıyabında zikredilerek lafızla yapılabileceği gibi, yazarak, rumuzlar kullanarak, el ve gözleri kullanmak suretiyle bir takım işaretler yaparak, veya kafayı sallamakla da yapılabilir. Yani herhangi bir kişinin noksanını veya ayıbını onun gıyabında anlattığın veya çağrıştırdığın şey gıybettir ve haramdır. Binaenaleyh kişinin üzerinde bulunan fiziki bir kusuru yansıtacak tavır ve taklid içerisinde bulunmakda bu hüküm içerisindedir. Hadisin şerhi hususunda gıybetle alâkalı diğer hadislere de yer veren el-Mübârekfûrî, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) huzurunda aleyhine konuşulan bir sahabe için, ashabını uyararak, onun gıybetini yapıyorsunuz dediğini, ashabında „biz onda olanı söylüyoruz ya Resulallah“ diye cevap verince, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) „kişiye kardeşinde olanı zikretmesi günah olarak yeter“ şeklinde buyurarak, cevap verdiklerini nakletmektedir. 23

Kişilerin fiziki kusurlarını dillendirmek
Kişilere söylenen güzel sözü 24 , onların yüzüne gülümsemeyi 25 , onlara zarar verebilecek bir nesnenin yoldan giderilmesini 26 , onlara herhangi bir adresin tarif edilmesini 27 , hasılı canlılara karşı yapılan her türlü iyiligi sadaka 28 olarak kabul eden islâm ve onun aziz elçisi kişilerin fiziki özelliklerinden hareketle onların tahkir ve tezyif edilmesine rıza göstermemiş, bunun üzerine bina kurmak isteyen her türlü hareketin temelinin ne denli çürük olduğuna işaret ederek, muhatabları bu manaya gelebilecek her türlü eylem ve söylemden sakındırmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisine Hz. Safiyye’nin boyunun kısalığını ima eder bir tarzda konuşma yapan Hz. Aise’yi uyararak, bu söylemin boyutlarının ne derece ağır olduğunu bizlere bakınız nasıl anlatmaktadır:
Hz. Aişe (r.a.h.)’dan rivayetle: „Ey Allah’ın Resulu, sana Safiyye’deki şu şu hâl yeter!“ demiştim. (bunun üzerine) Hz. Peygamber (s.a.v.): “öyle bir kelime sarfettin ki, eğer o denize karıştırılsaydı (denizin suyunu) ifsad ederdi. Hz. Aişe (r.a.h.) ilavaten dedi ki: “Ben Resulullah (s.a.v.)’a bir insanın (tahkir amacıyla) taklidini yapmıştım. Bana bu hususta şunları söyledi: “Ben bir başkasını (kusuru nedeniyle) taklid etmem. Hatta bana bu nedenle şu kadar dünyalık verilse bile.” (Ebû Dâvud, Edeb 40 (4875); Tirmizî, Sıfâtu ’l-Kiyâme 52 (2503-4).
Hadisi yorumlayan el-Mubârekfûrî “deniz suyuna karıştırılasaydı onu fesad ederdi” ifadesini, eğer gıybet deniz suyuna karışsaydı, denizin büyüklüğüne ve derinliğine rağmen onun hâlini değiştirirdi şeklinde zikrederek, konunun mahiyetini ifade sadedinde, böylesine küçük amellerin denizin hâlini nasıl değiştireceğine ilişkin taaccubiyetini dile getirmektedir. 29

Kişiler arasında söz taşımak
Hadislerde gıybetin yanı sıra, dilin afetlerinden olması hasebiyle bir şekilde gıybetle parelellik arzeden, bizim daha çok, kişiler arasında söz taşımak, dedikoduculuk yapmak şeklinde ifade ettiğimiz hâlden ve bu eylemi yapan kişinin uğrayacağı hüsrandan bahsedilmektedir. İlgili hadislerde kattat veya nemmam olarak isimlendirilen bu kişilerin cennete giremiyeceklerini bakınız Hz. Peygamber nasıl ifade etmektedir:
Hz. Huzeyfe (r.a.)’dan rivayetle Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kattat (söz taşıyan) cennete girmeyecektir.” Müslimde ise: “Nemmam cennete girmeyecektir.” (Buhârî; Edeb 50 (6056); Müslim, İmân 169 (105); Ebû Dâvud, Edeb 38 (4771); Tirmizî, Birr 79 (2027).
İmam el-Askalânî hadisin şerhi hususunda nemimeyi ifsad amaçlı söz taşıma olarak tercüme ederek, nemmam ile kattat arasındaki farklı rivayetlere dayanarak, şöyle izah etmektedir: „Nemmam söz getirip, götüren; kattat ise konuşulanlara kulak kabartarak, olayın aslını bilmeden duyduklarını ilgili şahıslara aktaran kimsedir. El-Gazalî bundan kurtulmanın yolunu sözü taşıyan kimseyi doğrulamamak, kendisine aktarılan hususlarda zanna düşmemek, kendisine aktarılan şeyleri araştırmaya koyulmamak, laf getiren kimseyi bu eyleminden dolayı men ederek, ayıplamak, vaz geçemediği takdirde ona öfkelenmek, nemmamdan işittiği şeyleri başkalarına anlatmamak, zira o da böyle bir ise kalkışırsa kendisi nemmam olur. Bütün bunların yanı sıra imam el-Askalânî gıybet ile nemimenin aynı mı yoksa farklı mı şeyler olduğu hakkında ihtilaf edildiğini ifade ederek, burada tercih edilenin ikisi arasında farklar bulunduğuna ilişkin görüş olduğunu kaydetmektedir. Gıybet ve nemime arasında umum ve husus ilişkisi bulunduğunu ifade eden el-Askalânî, nemimenin bir kişinin hâlini başka birisine onun rızası olmadan, o bilsin veya bilmesin ifsad amacı güderek aktarmaktır. Gıybet ise, kişi hakkında, onun gıyabında onun kerih göreceği bir şeyi zikretmektir. Nemimede temel özellik, bu eylemin ifsad amaçlı olmasıdır, oysaki böylesine bir amaç gıybette şart koşulmaz. Gıybette aslonanın ise, söze edilen kimsenin orada bulunmamasıdır. Bu vasıflar dışında gıybet ve nemime birdir. Kimi alimler gıybette, hakkında konuşulan şahsın orada bulunmamasını şart koşmuşlardır. 30
El-Aynî (ö. 855 H./ 1451) nemmam ile kattat’ın aynı şey olduğunu ifade ederek, bu konuda bu şekilde düşünen kimi seçkin ulemanın isimlerine yer verir. Kişinin cennete giremiyeceğine ilişkin hadiste geçen ifade için el-Aynî, eğer Allah bu tehdini gerçekleştirirse diyerek, ehli-sünnetin bu hususta dile getirdiği ”eğer Allah isterse kişileri cezalandırır, dilerse de fazlından onları affeder” görüşünü dile getirmektedir. Ayrıca bu ifadenin onların kazananlar zümresine dahil olmayacağı şeklinde tevil edildiğini de ifade eden el-Aynî, bu ifadenin, bu hâli ilmi esalara dayanarak haram kılmayıp, helâl kılanlar için de hamlonulacağını zikretmektedir. 31
Hadisin şerhine eserinde yer veren en-Nevevî, bu hususta yukarda zikredilen hususlara temas etmekle beraber, nemimenin (söz taşımak) gıybette olduğu gibi, şer’i bir amaca müstenit olması durumunda caiz olacağını, hatta durumuna göre vacib veya müstehab olabileceğini, aksi takdirde haram olduğunu ifade etmektedir. 32
Diğer bir hadiste ise Hz. Peygamber (s.a.v.) ashabından hiç bir kimsenin başka bir ashabı hakkında kendisine olumsuz bir şey getirmemesini, zira kişilerinin karşısına içerisinde onlara karşı olumsuz bir şey olmaksızın çıkmak istediğini şöyle ifade etmektedir:
İbn Mesud (r.a.)’dan rivayetle Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Bana kimse, ashabımın birinden (can sıkıcı) bir şey getirmesin. Zira ben sizin karşınıza (size karşı) içimde hiç bir şey olmaksızın çıkmak istiyorum.” Tirmizî, Menâkib (3893); Ebû Dâvud, Edeb 33 (4860).
el-Mubârekfûrî İbn Melik’in bu hadisin manası hakkında şöyle söylediğini ifade etmektedir: “Hz. Peygamber (s.a.v.) bu dünyadan, gönlü ashabından razı olarak, onlardan hiç bir kimseye kızgınlık duymadan çıkmak istemektedir.” Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu talebi, ümmetine bir talim veya beşer hâlinin gereklerindendir. 33
Bütün bunların yanı sıra kütüb-i sitte içinde yalnız Ebu Davut (ö. 275 H./888) tarafından rivayet edilen konumuzla alâkalı kimi hadislerde, gıybet eden kimselerin kıyamet gününde karşılaşaçağı zorluklara değinilmektedir. Kişinin menevi şahsiyetine karşı haksız yere yapılan tecavüzü ribanın en kötüsü olarak değerlendiren Hz. Peygamber (s.a.v.) 34 , konumuzla alâkalı diğer bir hadiste, mirac gecesinde bakır tırnaklarıyla yüzlerini ve gögüslerini tırmalayan bir kavme rastladığını, bunların kimler olduğunu Cebrail’e sorduğunda, Cebrail’in kendisine: „Bunlar, insanların etlerini yiyen (gıybet eden), ırz ve şereflerini (manevi şahsiyetlerini) rencide eden kimselerdir“ şeklinde cevap verdiğini bildirmektedir. 35 Diğer bir hadiste ise, mü’mini münafığin gıybet ve iftiralarına karşı koruyan kimsenin, bir melek tarafından cehennem ateşine karşı korunacağı, mü’mine iftira atan kimsenin de, kıyamet gününde söylediklerinden arınıncaya değin, cehennem köprülerinin birisi üzerinde hapsedileceği ifade edilerek, gıybet ve iftiranın cezasının ne denli zor olduğu vurgulanmıştır. 36
Gıybet konusunu eserinde ele alan imam el-Kuşeyrî (ö. 465 H./1072), kendisinin gıybetini yapanlara Hasan Basri’nin: „Duyduğuma göre sevaplarını bana hediye etmişsin, onun için mükâfat olmak üzere sana şu helvayı gönderiyorum“ diyerek karşılık verdiğini, ayrıca Yahya b. Muâz’ın: „Bir müslüman şu üç hususta senden haz alsın: Bir müslümana faydalı olamıyorsan bari zararlı olma, onu sevindiremiyorsan hiç olmazsa üzme, methedemiyorsan bari kötüleme“ şeklindeki tavsiylerini bizlere nakletmektedir. 37
Toplum içinde yaşayan bireylerin birbirlerinin hak ve hukuklarına karşılıklı azami riayet etmeleri, bireyler arası çıkan veya çıkabilecek olan sorunların kaba kuvvete başvurmadan insana yakışan bir tarzda medenice konuşularak veya ilgili makamlara iletilerek çözümlenmesi ve daha önemlisi, bireylerin, ortak aklın ön gördüğü, insanlığın en değerli hazinesi olan ahlâki değerler üzerindeki fikir birlikteliklerinin temini ve güçlendirilmesi, o toplumun huzur içerisinde geleceğe yürümesinin en sağlam dayanaklarıdır. İnsan, fıtratı itibariyle genelde sevilmek, sayılmak istediği gibi, kendisinden nefret edilmesini veya kendisinin bulunduğu veya bulunmadığı mahfillerde manevi duygularına veya şahsına yönelik tahkir ve tazyif edici bir şekilde konuşulmasını istemez. Huzurunda olabilecek böyle bir olaya kendisi müdahil olarak hakkını korusa da, gıyabında olabilecek olan böyle bir olaya müdahil olamıyarak, hakkını koruyamaz. Ama bilinmelidir ki, kendisi aleyhine gıyabında konuşan veya konuşulan mevzu er geç bir şekilde ona ulaşır. Bu hususta affı öne almak zor, ama büyük bir erdem ve fazilet olmakla birlikte 38, o noktadan sonra konuya muhatab olan şahısların beşeri ilişkilerini sağlıklı bir şekilde yürütmeleri zorlaşır. Hatta bu durum nice kavgalara, sürtüşmelere, küsmelere ve hattta düşmanlıklara yol açabilir. Kişilerin aleyhine gıyaben konuşarak onları gıybet edenler, veya buna meyyal olanlar, bu eylemin uhrevi ve dünyevi neticelerini düşünerek hareket etmelidirler. Böylesine bir eylem, kişilere dünyada yeni sıkıntılar ve düşmanlıklar, ahirette ise elemli bir azabdan başka bir şey getirmeyecektir. Kişilerin rahatlıkla gıybetini yapan kişileri uyardığınızda, „Ben sadece doğruları söylüyorum, onun hakkında yalan söylemiyorum ki, ben sadece ve sadece onda olanı söylüyorum, ne var bunda, şurda iki laflıyoruz, niye bu kadar bu konuyu büyütüyorsunuz“ şeklinde, konuyu ve uyarıları hafife alarak, savunmaya geçmeleri oldukca anlamsızdır. Oysa ki onlar, hemen istiğfar edip, tövbe etmeli ve huylarından bir an önce vazgeçmelidirler. Böyle hareket etmek suretiyle bu kimseler, ölü kardeşin etinin yenmesine devam etmemeli, o gıybeti dinleyen kimseler de o eti yeme işine, onu seyretmek suretiyle iştirak etmemelidirler…

Sonuç
Huzurunda kendisi hakkında söylendiğinde hoşlanmayıp, kişinin kerih göreceği bir şeyi, onun olmadığı bir mekanda, gıyabında zikretmek olarak tarif edilen gıybet, ahlâk-ı hamideyi amaçlayan bireylerin, kendisinden süratle kurtulması gereken mezmum bir sıfat olarak tasvir edilmiştir. Kur’ân, bünyesinde bulunan ilgili ayette, kişileri gıybet eden bireyi, ölü kardeşinin etini yiyen kimselerle özdeşleştirerek, bunun Hak katında ne denli çirkin bir eylem olduğunu bizlere bildirmektedir. Söz konusu olan ayetin tefsirinde konuyu çeşitli boyutlarıyla işleyen müfessirler, gıybet edilen şahsın haklarının ifa edilmesi, gıybet eden şahsın bu günahtan affı, gıybet eden şahısla, gıybet edilen şahsın helâlleşmesi gibi konulara değinmişler, sonuçta aralarında görüş farklılıkları olmakla beraber, kimi rivayetlerde gıybet eden şahsın pişmanlığının nişanesi olarak tövbe etmesini, kimi rivayetlerde hem kendi ve hem de gıybet ettiği şahıs için Allah’dan af dilemesi, kimi rivayetlerde ise, gıybet edilen şahısla helâlleşmesinin gerekliliğine vurgu yapılmıştır. Konu ili ilgili hadislerde ise Hz. Peygamber (s.a.v.), gıybetin tarifini net bir şekilde yaparak, onu ribanın en kötüsü olarak tasvir etmiş, mesajına muhatab olan bireylerden ondan özenle uzak durmalarını istemiştir. Bu isteğin yanı sıra söz konusu hadislerde gıybete karşı bu uyarıları dikkate almayanların uğrayacağı elemli akibet dile getirilmiştir. Bütün bunların yanında bir şekilde gıybetle alâkalı olan, iftira (bühtan), dedikodu, kişiler arasında fesad amaçlı söz taşıma (nemime) gibi mevzulara da değinilerek, bunların afetleri üzerinde durulmuş, müminlerden bu çirkin hâllerden uzak durarak, sakınmaları taleb edilmiştir.
Gıybet ve nemimenin meşru bir sebebe dayanmadıkca, mutlak surette haram olduğu ifade edilerek, meşru sebeb kavramı ana hatları itibariyle zaruret ve kamu yararı terimlerinin üzerine oturtularak, ilgili eserlerde detaylı bir şekilde işlenmiştir. Bütün bunların yanı sıra zaruret durumunun izalesi veya kamu menfeatinin temini gıybet harici başka bir enstrümanla giderilmesi halinde, gıybetin mutlak suretle caiz olmayacağı açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Kur’ân’da kişinin ölü kardeşinin etini yemesi, hadiste ise ribanın en kötüsü olarak tarif edilen gıybetten ve onun afetlerinden Allah’ın (c.c.) ve Resûlu’nun (s.a.v.) ahlâkıyla ahlâklanmak suretiyle korunmak, kişiye malın ve evladın fayda sağlamayıp, sadece kalb-i selimin fayda sağlayacağı hesab gününe, kalb-i selim ile varmak 39 , yalnız O’na, ama yalnız O’na ibadet edip, yardımı yalnız O’ndan, ama yalnız O’ndan dilemek 40 dileği ve duasıyla…

Dipnotlar
1 Tin, 95/4.
2 Imam Mâlik: Muvatta, Hüsnü ’l-Hulk 1 (694).
3 Tirmizî, Birr 62 (2010).
4 Yûnus, 10/57; İsrâ, 17/82; Fussilet, 41/44.
5 Hucurât, 48/12.
6İmam el-Mâturîdî (ö. 333 H./944) gıybeti iki yönlü alarak tarif etmektedir. Ona göre gıybet, kişinin insanların gözlerinden gizlediği ve bunların izharından hoşlanmadığı bir takım fiilerinin dillendirilmesi veya kişinin ifade edilmesinden veya ortaya atılmasından hoşlanmadığı çirkin hâl ve ahlâklarının izhar edilerek, ifade edilmesidir. Eğer ifade edilen hâl onda var ise de kişi hakkında bu tür bir söylem gıybet, eğer yoksa kişiye karşı bir iftira olarak değerlendirilmektedir. El-Mâturîdî, Muhammed b. Mahmûd: Te’vîlâtu Ehli ’s-Sünne: Tefsîru ’l-Mâturîdî, (tahkîk: Macdî, Basallûm), Beyrut 2005, 1. Bsk., C. IX, S. 336.
7 Et-Taberî, Muhammed b. Cerîr: Tefsîru ’t-Taberî, Beyrut 2005, 4. Bsk., C. XI, S. 395 vd.
8 En-Nesefî (ö. 710 H./1310) ve el-Beyzâvî (ö. 791 H./1388) ilgili ayetin tefsirinde gıybetin manasını açıkladıktan sonra, ez-Zemahşerinin yukarda ayette bulunan mübalağalı sanatına ilişkin değerlendirmelere eserinde aynen yer vererek nakletmiştir. En-Nesefî, Ahmed b. Mahmud: Tefsîru ’n-Nesefî, Medâriku ’t-Tenzîl ve Hakâiku ’t-Tenzîl, Beyrut 1995, 1. Bsk., C. II, S. 586. el-Beyzâvî, Ömer b. Muhammed aş-Şîrâzî: Tefsîru ’l-Beyzâvî, Envâru t-Tenzîl ve Esrâru t-Te’vîl, Beyrut 2003, 1. Bask., C. II, S. 417 vd.
9 İlgili ayetin tefsirinde bu olaya yer veren el-Hanefî (ö. 1195 H./1683) bu kuyunun „Cumeyre“ şeklinde de rivayet edildiğini zikrederek, bu kuyunun Mekke kuyularından bir kuyu olduğunu ifade etmektedir. el-Hanefi’ye göre bu hususta doğru olan, Kamusta’da zikredildiği gibi „Sumeyhe“ şeklinde olduğudur. Bu kuyu ise Medine kuyularından birisidir. Ayrıca Selman b. Farisi’nin de Medine’de müslüman olduğu düşünülürse, bu kuyunun Medine kuyularından birisi olan Sumeyhe kuyusu olduğu anlaşılır. El-Hanefî, Ismail b. Muhammed: Hâşiyetu ’l-Konevî alâ Tefsîri ’l-İmâmi ’l-Beyzâvî, 1. Bsk., Beyrut 2001, C. XVIII, S. 145.
10 Ez-Zemahşerî, Ömer b. Muhammed: Tefsîru ’l-Keşşâf an Hakâ’ik Gavâmizi ’t-Tenzîl ve-Uyûni ’l-Egâvîl fî Vucûhi ’t-Te’vîl, Beyrut 1995, 1. Bsk., C. IV, S. 363 vd. İlgili ayettte bulunan „sizden bazınız bazınızı gıybet etmesin!“ ifadesini İbn Abbas „bu, iki adamın Selman’ı gıybet etmesidir“ şeklinde açıklamıştır. İbn Abbas: Tenvîru ’l-Miqbâs min Tefsîri İbn Abbâs, 2. Bask., Beyrut 2004, S. 549. el-Alûsî (ö. 1270 H./1853) ayetin sebebi nuzulü hakkında Selmanı Farisi ile iki sahabi arasında geçen olayı farklı bir şekilde anlatmakla beraber, ayetin sebebi nuzulu hakkında Ziya el-Makdisin’in Enes (r.a.)’dan rivayet ettiği farklı bir rivayete de eserinde yer vermektedir. Söz konusu olan rivayete göre bu ayet, Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’in kendilerine yemek hazırlamakla görevlendirdikleri şahsın, bu görevi ifa edemeyişi sonrası, o şahsa karşı gösterilen tavır üzerine inmiştir. İlgili rivayete göre, uykuda kalması nedeniyle bu görevi ifa edemiyen bu şahsı Hz. Ebubeki ve Ömer Hz. Peygamber’e yemek getirmesi üzere göndermişler, Hz. Peygamber’de kendisinden Hz. Ebubekir ve Ömer icin yemek isteyen bu hizmetliye onların yemeklerini yediklerini söylemiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamberin huzuruna gelen Hz. Ebubekir ve Ömer bir şey yemediklerini ifade sadedinde biz ne yedik ki diye sorunca, Hz. Peygamber: „Nefsim kudreti elinde bulunan Allah’a yemin ederim ki, kardeşinizin etini ağızlarınız da görüyorum“ deyince, Hz. Ebubekir ve Ömer: „bizim için af dile ya Resulullah“ demişler, Hz. Peygamber de kendilerine: „gıybeti yapılan o zata gidin, o sizin için af dilesin“ buyurmuşlardır. El-Alûsî, Şihâbeddin es-Seyyid Mahmud: Rûhu ’l-Meânî fî Tefsîri ’l-Kur’âni ’l-Azîm ve-Sebei ’l-Mesânî, 2. Bask., Beyrut 2005, C. XIII, S. 310.
11 Er-Râzî, Fahrettin Muhammed b. Ömer: Et-Tefsîru ’l-Kebîr, Beyrut 2004, 2. Bsk., C. XXVIII, S. 115 vd.
12 El-Kurtubî, Ahmet el-Ensârî: El-Câmî li-Ahkâmi ‘l-Kur’ân, Beyrut 2000, 1. Bsk., C. XVI, S. 219.
13 El-Kurtubî: 2000, C. XVI, S. 220. El-Alûsî, gıybetin tarifinde zikredilen, „kişinin kerih gördüğü bir şey hakkında gıyabında konuşma“ ifadesinde yer alan kerih kavramını genel olarak değerlendirerek, bunun kişinin dinî, dünyevî hâli, ahlâk ve karekteri, malı, çocuğu, hanımı, hizmetcisi, elbisesi ve diğer kendisiyle bir şekilde alakalı olan şeyler hakkında olabileceğini ifade etmektedir. El-Alûsî: 2005, C. XIII, S. 309.
14 Şûrâ, 42/40.
15 El-Kurtubî: 2000, C. XVI, S. 220 vd.
16 El-Kurtubî: 2000, C. XVI, S. 221 vd.
17 Et-Tüsterî, Abdullah: Tefsîru ’t-Tüsterî, Beyrut 2002, 1. Bsk., S. 150.
18 Et-Tîbî, Muhammed b. Abdullah: Şarhu ’t-Tîbî: el-Kâşif an Hakâiki ’s-Sünen, Beyrut 2001, 1. Bsk., C. IX, S. 148.
19 Müslim, Birr 70 (2589).
20 En-Nevevî, Muhyiddin: el-Minhâc: Şarhu Sahihi Müslim, Beyrut 1981, C. XVI, S. 142. İmam el-Askalânî (ö. 852 H./1448) yukarda en-Nevevi’nin gıybetin caiz olduğu hususlara ilişkin serdetmiş olduğu görüşleri özetle eserinde işlemiştir. El-Asķalânî, Alî b. Hacer: Fethu ’l-Bârî Şarhu Sahîhi ’l-Buhârî, Beyrut 2003, 4. Bsk., C. XIII, S. 578.
21 Konu ile ilgili hadisler için bkz.: Wensinck, A. J. – Mensing, J. P. – Beugman, J.: Concordance et Indices de la Tradıtion Musulmane, Londra 1965, C. V, S. 30.
22 En-Nevevî: 1981, C. XVI, S. 142.
23 El-Mübârekfûrî, Abdurrahman b. Abdurrahim: Tuhfetu ’l-Ahvazî bi-Şarhi Câmi‘i ’t-Tirmizî, Beyrut 2001, 1. Bsk., C. VI, S. 54.
24 Buhârî: Cihad 72 (2891), Edeb 34 (6033).
25 Tirmizî: Birr 36 (1963).
26 Buhârî: Mezâlim 24 (2466), Cihad 128 (2988). Ebû Dâvud: Tatavvu 12. Tirmizî: Birr 36 (1963).
27 Buhârî: Cihad 72 (2891).
28 Buhârî: Edeb 22 (6021). Tirmizî: Birr 45 (1977).
29 El-Mübârekfûrî: 2001, C. VII, S. 177.
30 El-Asķalânî: 2003, C. XIII, S. 580. İmam el-Kastalânî (ö. 963 H./1555) kattat ile nemmam’ın aynı şey olduğunu ifade etmekle beraber, bu iki kavram arasında fark görenlerin varlığına işaret etmektedir. Bütün bunların yanı sıra Kastalânî, gıybet ile nemime arasındaki ilişki hususunda el-Askalânî’nin yukarda zikrettiğimiz görüşlerine eserinde aynen yer vermektedir. El-Kastalânî, Muhammet eş-Şâfi’î: Irşâdu ’s-Sârî li-Şarhi Sahîhi ’l-Buhârî, Beyrut 1996, 1. Bsk., C. XIII, S. 76 vd.
31 El-Aynî, Mahmûd b. Ahmet: Umdetu’l-Kârî Şarhu Sahîhi ’l-Buhârî, Beyrut 2001, 1. Bsk., C. XXII, S. 203 vd.
32 En-Nevevî: 1981, C. II, S. 112 vd.
33 El-Mübârekfûrî: 2001, C. X, S. 270.
34 Ebû Dâvud, Edeb 40 (4876).
35 Ebû Dâvud, Edeb 40 (4878-9).
36 Ebû Dâvud, 41 (4883).
37 Kuşeyri, Abdulkerim: Tasavvuf İlmine Dair, 3. Bsk. (terc.: S. Uludağ), İstanbul 1991, S. 298.
38 Şûrâ, 42/40.
39 Şuarâ 26/89.
40 Fâtiha 1/5.
Kaynakça
El-Askalânî, Ali b. Hacer: Fethu ’l-Bârî Şerhu Sahîhi ’l-Buhârî, I-XVIII, 4. Bsk., Beyrut 2003.
El-Aynî, Mahmud b. Ahmed: Umdetu ’l-Kârî Şerhu Sahîhi ’l-Buhârî, I-XXV, 1. Bsk., Beyrut 2001.
el-Beyzâvî, Ömer b. Muhammed aş-Şîrâzî: Tefsîru ’l-Beyzâvî, Envâru t-Tenzîl ve Esrâru t-Te’vîl, I-II, 1. Bask., Beyrut 2003.
El-Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail: El-Câmi‘u ’s-Sahîh, I-IV, 2. Bsk., Beyrut 2002.
Ebû Dâvud, Süleyman b. Esas: Es-Sünen, I-IV, Beyrut 1994.
El-Hanefî, Ismail b. Muhammed: Hâşiyetu l-Konevî alâ Tefsîri ’l-İmâmi l-Beyzâvî, I-XX, 1. Bask., Beyrut 2001.
İbn Abbas: Tenvîru ’l-Miqbâs min Tefsîri Ibn Abbâs, 2. Bask., Beyrut 2004.
El-Kastalânî, Muhammed eş-Şafi’î: İrşâdu ’s-Sârî li-Şerhi Sahîhi ’l-Buhârî, I-XV, 1. Bsk., Beyrut 1996.
El-Kurtubî, Ahmet el-Ensârî: El-Câmî li-Ahkâmi ’l-Kur’ân, I-XXI, 1. Bsk., Beyrut 2000.
Kuşeyri, Abdulkerim: Tasavvuf İlmine Dair, 3. Bsk., (trc.: S. Uludağ), İstanbul 1991.
Mâlik b. Enes: Muvattâ’, 1. Bsk., Beyrut 2003.
El-Mâturidî, Muhammed b. Mahmûd: Te’vîlâtu Ehli ’s-Sünne: Tefsîru `l-Mâturîdî, (tahkîk: Macdî, Basallûm), I-X, 1. Bsk., Beyrut 2005.
El-Mübârekfûrî, Abdurrahim: Tuhfetu l-Ahvazî bi-Şerhi Câmi‘i ’t-Tirmizî, I-XI, 1. Bsk., Beyrut 2001.
Müslim, Ebû ’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî: es-Sahîh, I-VIII, Beyrut tsz.
En-Nesefî, Ahmed b. Mahmud: Tefsîru ’n-Nesefî, Medâriku ’t-Tenzîl ve Hakâiki ’t-Tenzîl, I-II, 1. Bsk.,Beyrut 1995.
En-Nevevî, Muhyiddin: el-Minhâc: Şarhu Sahihi Müslim, I-XVIII, Beyrut 1981.
Er-Râzî, Fahrettin Muhammed b. Ömer: Et-Tefsîru ’l-Kebîr, I-XXXIII, 2. Bsk., Beyrut 2004.
Et-Taberî, Muhammed b. Cerir: Tefsîru ’t-Taberî, I-XIII, 4. Bask., Beyrut 2005.
Et-Tîbî, Muhammed b. Abdullah: Şarhu ’t-Tîbî: el-Kâşif an Hakâiki ’s-Sünen, I-XII, Beyrut 2001.
Et-Tirmizî, Ebû İsa b. Muhammed b. İsa: Sunan at-Tirmizî, I-V, Beyrut 1994.
Et-Tüsterî, Abdullah: Tefsîru ’t-Tüsterî, 1. Bsk., Beyrut 2002.
Wensinck, A. J. – Mensing J. P. – Beugman, J.: Concordance et Indices de la Tradition Musulmane, I-VIII, Londra 1936–1969.
Ez-Zemahşerî, Ömer b. Muhammed: Tefsîru ’l-Keşşâf an Hakâ’ik Gavâmizi ’t-Tenzîl ve-Uyûni ’l-Egâvîl fî Vucûhi ’t-Te’vîl, I-IV, 1. Bsk., Beyrut 1995.