Allah Kibredenleri Sevmez

Lisan-i Nebî’nin “Hakk’ı iptal, halkı tahkir”[1] olarak tanımladığı kibr, Türkçe’mizde tevazu kelimesinin zıttı olarak büyüklük, ululuk, azamet, büyüklük taslama, kendisini üstün sayma, büyüklenme, gurur gibi manaları bünyesinde taşımaktadır.[2] Kibir kelimesi ile zaman, zaman beraber kullanılan ucub kelimesi ise, kişinin mutlak surette kendisini beğenmesi olarak tarif edilebilir. İmam-i Gazali ucbu kibrin sebeplerinden birisi olarak zikrederek, ucbun insanı, kibre sevk ettiğini ve ondan kibir doğduğunu ifade etmektedir.[3]

Bazı ayetlerin sonunda vurgulanan, “Allah kibredenleri sevmez.” kelâm-i celîli, acziyetlerini unutarak kendilerinde varlık hisseden ve bu duygu ile insanları hor ve hakir gören zavallı benliklere karşı Rahman’ın ihtar-i İlâhisidir. Kendilerine verilen emanetleri baki zannederek, bu emanetler üzerinden kendilerine küçük imparatorluk ihdas etmeye çalışan, müsebbibi aradan çıkararak sebeplere râm olan her kişi, sonuçta kibir mikrobunun kıskacında insan olmanın erdemine varamayacak, nefsin, sınır tanımayan arzu ve isteklerinin elinde de oyuncak olmaktan ileri gidemeyecektir. Fakirlerle bir arada bulunup, konuşmaktan utanan, onların sofrasına oturmaktan imtina edip kaçınarak büyüklenen mağrur her zengin, yığınların sırtından fakir-fukara edebiyatıyla bir yerlere gelip, yine onların vergileriyle maaşını alarak onlara fil dişi kulelerden bakan her yönetici, ilim silahını kuşanarak etrafta bulunan insanlara cahil yaftasını her ortamda basarak nazar kılan her alim bu tavır ve davranışların, onları hüsrana sürükleyeceğini bilmeleri gerekir. Neseplerinin üstünlüğünü öne çıkararak, manayı geri planda tutup mezar taşlarıyla övünen ve bunu kibir vesilesi yaparak, sözde pirim elde etmeğe çalışanlar da bunun Peygamber lisanı ile, “Cahiliye adabı” olarak nitelendirildiği gerçeğini göz ardı etmemelidirler. Eşref-i mahlûkat ve Usve-i hasene olan Gül Nebi’nin sahabesiyle beraber yürürken onların geriden yürümelerine razı olmadığı, kendisi onların meclisine geldiğinde Kendisi için kıyam edilmesinden rahatsız olduğu, Kendisinin huzuruna gelip de titreyen elçiye, “Ben kuru ekmek yiyen ve güneşin altında oturan bir kadıncağızın evladıyım.” diyerek rahatlatmaya çalıştığı, ilgili kaynaklardan bilinmektedir. İnsanlık içerisinde Rahman’a en yakın olan Gül Nebi’nin üzerindeki Rahman’ın ahlakıyla ahlaklanmanın tabi bir neticesi olan bu hal, onun yolundan giderek menzile eren, ötelerin ötesine vurgun ulvî ruhlarda da çok net gözükmektedir. Zira huzurlarına kendilerini öven kişilere karsı, “Biz iki şeyi unutmayız, birincisi kokan sudan yaratıldığımız, ikincisi ise toprağın bağrına girecek oluşumuz.” diyerek cevap veren kutlu lisan, Muhammedî ve Rahmânî olan ahlâkin bu hususta dışa yansımasından başka bir şey değildir.

Kur’an, insanoğlunun benliğinde onulmaz yaralar açan ve Allah katında çirkin sayılan günahlardan birisi olarak tasvir edilen kibri ve onun sonuçlarını pek çok âyet-i kerimede irdelemektedir. Sahib-i kibr olanların kalplerinin mühürleneceği, alçalmış bir şekilde cehenneme girecekleri, Allah tarafından sevilmeyecekleri bakiniz âyet-i kerimelerde nasıl izah edilmektedir: “Yeryüzünde haksızlıkla kibirlenenleri âyetlerinden çevireceğim.” (Âraf, 7/146) “Allah büyüklük taslayan her zorbanın kalbini mühürler.” (Mü’min, 40/35) “(Allah) o büyüklük taslayanları sevmez.” (Nahl, 16/23) “Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler alçalmış olarak cehenneme gireceklerdir.” (Mü’min, 40/60) “Yeryüzünde büyüklük taslayarak yürüme! Sen ne yeri yarabilir ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin. Bütün bunlar, Rabbin katında çirkin sayılan günahlardır.” (Isra, 17/37-38) “İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah, kendini beğenip övünen hiçbir kimseyi şüphesiz ki sevmez.” (Lokman, 31/18)Yegane azamet ve kibriyanın, ölüyü diriden, diriyi ölüden çıkaran, gece ile gündüzü birbirine girdiren, yer-gök ve ikisi arasında bulunan her şeyin ve kıyamet gününün sahibi olan Allah’a ait olduğu mutlaktır. Binâenaleyh kibir ve azamet sıfatlarıyla muttasıf olmak O’na yakışır. Elde edilen kısa süreli dünya nimetlerini kibir vasıtası yapmak sûretiyle Hakk’ı iptal ve insanları tahkir edenler tarih sayfalarında daima kara bir leke olarak yerlerini almışlardır. Rahman’ı kendilerine rakip olarak seçen bu zavallılar, aşağıladıkları insanların semaya uzanan elleri arasında ufalanmışlardır. Rahman’dan başka hiçbir misafiri olmayan engin gönüller de, tarih boyunca zaman, zaman kendilerinde varlık hisseden kimseler tarafından onların mahvına sebep olan bu kibir duygusuyla aşağılanmışlardır. Kınayanların kınamalarına ve aşağılamalarına aldırış etmeden Hakk’ı ve onun rızasını merkeze alarak insanlığa hizmet etmek ve dünyayı imar etmek isteyen bu güzeller, eninde sonunda galip gelirken, kibre dayanarak veya bulaşarak iş bitirmek isteyenler, zaman, zaman galipmiş gibi görünseler de aslında mağlup olmuşlar ve daima da olacaklardır. Kibir sıfatını takınan her kişinin azaba duçar olacağı ilgili kutsi hadiste şöyle vurgulanmaktadır. Ebû Said ve Ebû Hureyre (r.anhüma) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah Teâlâ söyle buyurdu: Büyüklük rıdamdır, izzet de izarımdır. Kim bu iki şeyde Benimle niza ederse ona azab veririm.” (Müslim, Birr, 136; Ebû Davud, Libas, 29)

Hayatında affı ve tevazuu öne alan Nebiy-yi Ekrem Efendimiz (s.a.v.) mütevazı olunması hususunda kendisine Rahman’ın vahyi bulunduğunu ifade etmektedir: İyaz İbnu Himar (r.a.) anlatıyor: Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: Allah Bana; mütevazi olun, öyle ki, kimse kimseye zulmetmesin, kimse kimseye karşı böbürlenmesin, diye vahyetti.” (Ebû Davud, Edeb, 48)

Kibrin tanımlanması hususunda zaman, zaman Hz. Peygamber’e sahabeler tarafından sorular sorularak, Allah ve Resûlü tarafından şiddetle zemmedilen bu hale düşülmemesi hususunda çaba sarf edilmiştir. Nitekim güzel giyinmeyi seven yakışıklı bir sahabe, giyim-kuşam hususunda en güzele talip olduğunu ve bu hususta ayak bağında dahi olsa geçilmek istemediğini ifade ederek, bu durumun kibir olup-olmadığı hususunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’e başvurmuş ve kendisinin aydınlatılmasını istemiştir. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: “Yakışıklı bir adam Resûlullah (s.a.v.)’a gelerek, ben güzelliği seviyorum. Gördüğünüz gibi bana güzellik verilmiş. Kimsenin beni, ayakkabı bağı bile olsa bu hususta geçmesinden hoşlanmıyorum. Ey Allah’ın Resûlü! Bu (haram olan) kibre girer mi, diye sordu. Aleyhisselâtu ve’s-selam, “Hayır.” buyurdular. Ancak kibr, Hakk’ı iptal, halkı tahkirdir.” (Ebû Dâvud, Libas, 29)

Yiyim ve giyim hususunda da israf ve tekebbür kavramlarının altları Nebevî üslupla çizilmiştir. Buna göre meşrû ölçüler içerisinde kalmak, yani israfın önünün kesilmesi, yenen veya giyilen şeylerin kibir vasıtası yapılmaması bu hususta aranan temel şartlardandır. İbn Amr İbn’il-As (r.a.) anlatıyor: “Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Yiyiniz, tasadduk ediniz, giyiniz. Fakat bunları yaparken israfa ve tekebbüre kaçmayınız.” (Nesâi, Zekat, 66)

Bütün bunların yanı sıra hadis kaynaklarında kibr ehli kimseler cehennem ehli olarak vasfedilmekte[4] ve ayrıca kalbinde hardal tanesi kadar kibr bulunan kimselerin de cennete giremeyeceğine[5] yer verilmektedir. Harb meydanında ve kibreden kimselere karsı müsaade edilen kibrin özelde sahibini, genelde ise o kimsenin muhatap olduğu bireyleri huzursuz ve rahatsız ettiği, bu tip insanlarla da sağlıklı ve sürekli bir iletişimin kurulamadığı herkesçe malumdur. Kibrin yerine tevazuu, sert ve kabalığın yerine hilmi ve affı öne alanlar kimi zaman haksızlıklara maruz kalsalar da, sonunda baş tacı edilmişlerdir. Bütün bunların yanında insanin kendisine verilen bir takım yetenek ve emanetler sayesinde belli noktalara gelmesi gerek bu konuma gelişinde ve gerekse bu konuma geldikten sonra kişinin kendisinde bulunan özgüven duygusunu burada söz konusu olan kibr duygusu ile karıştırmamak gerekir. Kökü sağlam temellere dayalı olan özgüven, kişinin başarısında vazgeçilmezken, bu özgüvenin ucub ve kibre dönüşmemesine, yani özgüven ile kibr arasında bulunan ince çizgiye çok dikkat etmek gerekir. Kökü Rahman’a ve O’nun değerlerine râm, arkasına ilmi alan, eşyayı, kâinatı ve dünyayı değişen şartları öne alarak okumaya dayalı bir özgüven, sahibi olduğu kişi ve toplumları başarı ve huzura eriştirmekten gayri bir şey yapmayacaktır. Dünyanın değişik mekanlarında bulunan İslam toplumunun arzu edilen noktalara gelmesinde de pek çok sâikle beraber, bu toplumun kendisine duyduğu özgüveni, yukarıda sayılan ilkeler doğrultusunda yeniden elde etmesi veya yenilemesi gerekmektedir.

İnsanin özünü bulandırarak helakine sebep olan kibirden uzak durmak, kibrin Rahman’a ait bir sıfat olduğu gerçeğini hücrelerimize değin bizzat hissetmek suretiyle tevazu ve takva elbisesini giyinmek, bizlere emanet olarak bahşedilen her nimetin, Mutlak Sahibine (c.c.) her dem şükrân-i nimet içerisinde olmak dileği ve duasıyla…

——————————————————————————–

Dipnotlar:
[1] Ebû Davut, Libas, 29
[2] Örnekleriyle Türkçe sözlük, (Milli Eğitim Bakanlığı), Ankara, 1995, C. II, sh. 1687 (IV. Cilt)
[3] İmam Gazali, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, İstanbul, 1986, (trc. A. Serdaroğlu), c. III, sh. 791.
[4] Buhari, Edeb, 61; Müslim, Cennet, 46; Tirmizi, Cehennem, 13
[5] Müslim, İman, 147; Ebû Davud, Edeb, 29; Tirmizi, Birr, 61. Hadis metninin yorumlanması hususunda Hattabî ve Nevevî farklı yaklaşımlarda bulunmaktadır. Hattabi hadiste söz konusu olan kibirden maksadın küfür olduğunu ifade ederken, Nevevî burada ifade edilenin aynen kibir olduğu noktasındadır. O’na göre Allah dilerse bu kişiyi affeder veya cezasını çektikten sonra temizlenmiş olarak cennete girdirir. Sonuçta cennete giren bu kimsede kibr namına bir şey bulunmaz demektedir. İlgili hadislerin yorumu için bkz. İbrahim Canan, Hadis Külliyati Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Ankara, 1995. C. XV, sh. 24-25