Kur’an Işığında Nimet Kavramına Bir Bakış

Nimet kavramı Türkçe’mizde iyilik, lütuf, ihsan, iyi yaşamak için gerekli her şey, yiyecek içecek ve özellikle ekmek için kullanılır.[1] Nimet kavramı Kuran‘da farklı kalıplarda sıklıkla kullanılan ve kimi zaman yiyecek, içecek ve iyi yaşamak için gerekli maddi unsurlar olarak ele alınırken, kimi zaman da nübüvvet, hikmet ve manevi makamlar için kullanılmıştır.[2] Kimi ayetlerde maddi nimet olarak tavsif ettiğimiz değerler vurgulanırken, kimi ayetlerde de manevi nimet olarak tanımlayabileceğimiz değerlere vurgu yapılmaktadır. Bütün bu ayetlerin ruhunda yatan mana ise; Rahman‘in sonsuz kereminden lütfettiği saymaya kalktığımız an aciz kalacağımız[3] namütenahi nimetler için kulluk şuuru içerisinde, sebeplere gönlü ram etmeden müsebbibe şükran-ı nimet içerisinde daim nazar ederek, nimetşinas olunması gerektiğidir.
Kuran kendisine nimet verilen topluluklardan bahsettiği gibi kendisine nimet verilen özel kişilerden de bahseder. Kuran bütün insanlardan kendileri üzerindeki Rahman‘in nimetlerini anmalarını istediği gibi,[4] kendilerine nimet verilen topluluk veya bireylerden de direk veya kutlu elçiler vasıtasıyla daima bu nimetin anılarak, unutulmamasını ister.[5] Bu nimetler özelilikle İsrail oğulları ile ilgili olan ayetlerde bulutun üzerlerini gölgelendirmesi, gökten kendileri için indirilen yiyecekler, kayadan şu fışkırması, Firavun hanedanından kurtarılmaları ve onların alemlere üstün kılınması,[6] müminlerin gönüllerinin birbirlerine ısındırılması[7], müminlere yardıma gönderilen ordu ve kasırga[8], helak olmadan kurtarılma,[9] imanın sevdirilerek, küfür, fısk ve isyanın çirkin gösterilmesi,[10] din-i mübin[11], nübüvvet ve mucizeler[12] olarak tasvir edilmektedir. Görüldüğü gibi Kuranda değişik surelerde farklı kalıplarla kullanılan nimet kavramı zaman, zaman maddi fayda ve menfaatler için kullanıldığı gibi, zaman, zaman da uhrevi ve manevi anlamlar yüklenerek kullanılmıştır. Bu nimetlere vurgu yapılırken kimi zaman nebiler, kimi zaman müminler, kimi zaman bütün insanlık, kimi zaman ise kafirler muhatap alınmıştır.
Namazlarda devamlı okunması gereken fatiha suresinde „sırat-u müstakim“ Allah tarafından nimetlendirilen kimselerin yolu olarak tarif edilmiştir. Yine aynı yerde nimet verilen kimselerin karşıtı olarak da gazaba uğrayan ve doğru yoldan sapıp delalete düşen insanlar zikredilmiştir. Ayette söz konusu olan nimetin „hidayet“,[13] Allah tarafından nimetlenenlerin de nebiler olduğu,[14] İbn Abbas’dan gelen diğer bir rivayette ise bunların melekler, nebiler, sıddıklar, şehitler ve salih kimseler olduğu ifade edilmektedir.[15]İnsanlara sayılamayacak derece nimetler bahşeden ve bu nimetleri saymaya kalkışsanız gücünüz buna yetmez diyerek tanımlayan Cenab-ı Hakk bu nimetlerin anılarak zikredilmesini ve bunlara şükredilmesini ister. Kendisine nimet bahsedilen insanın bu nimetler karşısında gereği gibi şükretmesi hususunda Allah’a iltica ederek ondan yardim istemesi Kuran‘da hakikatin künhüne bizzat vakıf olan gerek peygamber ve gerekse kullukla şerefyap olmuş seçkin kişilerin dilinden övülerek tavsiye edilmektedir. Nitekim Hz. Süleyman cinlerden, insanlardan ve kuşlardan müteşekkil ordusuyla karıncalar vadisine gelip, bir karıncanın ey karıncalar yuvalarınıza girin; Süleyman ve ordusu farkına varıp sizi ezmesin hitabını işitince[16] „Süleyman karıncanın sözüne tebessüm etmiş ve demişti ki: „Rabbim! Bana ve ana babama verdiğin nimetine şükretmemi ve hoşnut olacağın işi yapmamı bana kolaylaştır ve beni rahmetinle iyi kulların arasına sok.“[17] Cenab-ı Hakk cennet ehli olarak tavsif ettiği ve kendisine verilen nimete şükür hususunda Allah’a iltica ederek yardım isteyen kişinin vasıflarını başka bir ayette ana-baba haklarına azami hürmet ve tövbe kavramlarıyla ilişkilendirerek bakınız nasıl anlatmaktadır: „Biz insana, anasına babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Anası onu güçlükle taşımış ve güçlükle doğurmuştur. Onun taşınması ve memeden kesilmesi otuz ay sürer. Nihayet buluğ çağına eristiği ve kırk yaşına vardığı zaman, der ki; „Rabbim! Bana ve anama babama verdiğin nimetine şükretmeme ve hoşlanacağın amelleri yapmama beni muvaffak eyle; benim için zürriyetimde de iyiliği davam ettir. Ben sana tövbe ettim ve sana teslim olanlardanım. İşte bunlar, en doğru vaat olarak, yaptıklarını en güzel bir şekilde kendilerinden kabul ettiğimiz ve kötülüklerinden geçtiğimiz cennet ehli içindeki kimselerdir.“[18] Diğer bir ayette ise müminler kastedilerek şöyle buyrulmaktadır: „O halde (ey müminler!), eğer Allah‘a ibadet ediyorsanız, O’nun helal ve temiz olarak size verdiği rızıktan yeyin ve Allah‘ın nimetine şükredin.“[19]

Bütün bunların yanında Kuran kendisine nimet verildiğinde itaatten yüz çevirerek büyüklük taslayan bahtsız kimselerden de sitemle bahseder.[20]Kendilerine verilen onca nimete karşı şükretmeyerek isyan eden ve küfürde ısrar eden kimseler Kuran‘da kendilerini kuşatacak olan acıklı azap ile uyarılarak tehdit edilmektedirler.[21]Kendilerine verilen eşsiz nimetlere karşı nankörlük eden kasaba halkına korku ve açlık libasının giydirildiğini bakınız Kur‘an nasıl anlatmaktadır: „Allah bir kasabayı misal olarak verir. (Bu kasaba) güven ve huzur içinde idi; rızkı her taraftan bol, bol kendisine geliyordu. Fakat bir gün, Allah‘in nimetlerine karşı nankörlük etti. Allah da o kasabaya, yapmış oldukları yüzünden, açlık ve korku libasını giydirdi.“[22]

Bütün bunların yanında Kur‘an bize, Rahman‘ın katından eşsiz değerde kendilerine nimet verilen kutlu kimselerin ve onların nimetlendikleri nurlu pınarın kaynağını da göstererek adeta bizi oraya, o adrese sevk eder. Aşk-i İlahinin potasında eriyerek, ancak ilah-i aşkla tarif edilen, bütün hücrelerinden aşk-i İlahinin teneffüs edildiği, konuştuklarında hayırdan başka bir şey konuşmayan, Rahman’ın boyasıyla tepeden tırnağa yine onun yed-i kudretiyle boyanan bu ay yüzlü güzeller bünyelerinde şahlanan kulluk ve teslimiyet bilinci ile nefsin ellere, ayaklara taktıkları kelepçe ve prangaları kırmışlar, göz ve kalplere çekilen demir perdeleri de aşk-ı İlahinin iksiriyle yırtarak özgürlüklerini ilan etmişlerdir. Bu özgürlüğün bedelini her an zevkle ödemekten kaçınmayan bu güzeller, karşılığında ise nimetlenen seçkin kimseler sınıfına dahil olmuşlardır. İlgili ayette Cenab-i Hak kendilerine nimet verilen peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle beraber olmanın şartını kendisine ve Nebisine itaat etmek olarak ifade etmektedir.„Kim Allah‘a ve Resul‘e itaat ederse işte onlar, Allah‘ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!“[23] 

Cenab-i Hakk’ın bizleri gazabına uğrayan ve sapık olanların yolundan uzak tutarak, nuruyla yolumuzu aydınlatması ve bizleri kendilerine nimet verdiği kimselerin yoluna ulaştırması duası ve temennisiyle…

——————————————————————————–
Dipnotlar:
[1] Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu, Ankara 1988, C. II, S. 1087.
[2] Elmalı‘lı M. Hamdi Yazır nimet kavramını izah ederken dünyevi ve uhrevi olanlar diyerek iki ana bölümde bu kavramı sınıflandırmakta ve onları da kendi içersinde sınıflandırmaya tabi tutmaktadır: „Fakat başlıca dünyevi ve uhrevi olmak üzere iki memba’da mülahaza olunabilir. Niam-ı dünyeviye iki kısımdır: Vehbi, kesbi. Vehbi ya ruhani veya cismanidir, tabiri aharla ya manevi veya maddidir. Ruhani olanlar nefhi ruh, işrakı akıl ve zeka ve bunlara tabi olan fehim, fikir, nutuk, selameti vicdan gibi, cismani olanlar beden ve echize-i bedeni ve bunlardaki kuva-i asabiye ve adaliye, hazmiye ve sair kuvayi maddiyeyi, halat-ü heyeti hasılayı halku tekmil gibi şeyler. Kesbi olanlarda nefsi rezailden tasfiye, ilm-u marifet, ahlaki seniye ve melekati fadıla ile tahliye eylemek, bedeni hey’ati matbua ve şemaili müstahsene ile tezyin etmek, cah, yani mevki ve haysiyeti içtimaiye mal ve servet kazanmak gibi şeylerdir. Niam-i uhreviye, dünyada vaki olan ifrat-ü tefritlerini mağfiret ederek rızasına erdirmek, ve melaike-i mukarrebin ile beraber âlayı illiyinde ebdel’abad huzuru istikrara nail kılmaktır ki, bu da vehbi ve kesbi, ruhani ve cismaniye münkasım olunur.“ Elmalı‘lı M. Hamdi Yazır: Hak Dini Kuran Dili, İstanbul 1972, C. I, S. 127-128.
[3] İbrahim; 34.
[4] Fatır; 3.
[5] Bakara; 40, 47, 122, 231. Al-i İmran; 103. Maide; 7, 11, 20, 110. İbrahim; 6.
[6] Bakara; 40-61.
[7] Al-i İmran; 103.
[8] Ahzab; 9.
[9] Kamer; 35.
[10] Hucûrat; 7-8.
[11] Maide; 3.
[12] Maide; 110. Neml; 19.
[13] Celaleddin Muhammed Ahmed el-Mahalli- Celaleddin Abdurrahman es-Suyuti: Tefsiyr’ul-Celaleyn, Beyrut 1998, S.1.
[14] Tahir b. Yakub el-Feyruzabadi: Tenvir’ul-Migbas Tefsir-u Ibn Abbas, Beyrut 1995, S. 1.
[15] İsmail b.Kesir ed-Dimeşgi: Muhtasar Tefsir İbn Kesir, Beyrut 1996, S. 22. Elmalı‘lı Rahman tarafından nimetlendirilenler hakkında geniş bir değerlendirme yaptıktan sonra nimetlenen kimselerin yolunu selefiyyundan ve halefiyyundan olan müfessirlere dayandırarak bu yolun Hz. Muhammed’in ve ashab-ı kiramın tariki ve sünneti olarak ifade etmektedir. Elmalı‘li M. Hamdi Yazir: Hak Dini Kuran Dili, C. I, S. 133.
[16] Neml; 17-18.
[17] Neml; 19.
[18] Ahkaf; 15-16.
[19] Neml; 114.
[20] İsra; 83, Fussilet; 51.
[21] Nahl; 71-88.
[22] Nahl; 112. Ayetin tefsirine bakıldığında söz konusu olan kasaba halkının pek belirgin bir şekilde tasvir edilmesine rağmen, tarif edilen sıfat ve karinelerden ve İbn Abbas’ın bu yöndeki ifadelerinden hareketle bu kişilerin müşrik Mekke halkı olduğu ifade edilmektedir. Hz. Peygamber’in mesajına karşı gelip ona eziyet ve sıkıntı vermede yarıştıkları için bol ve müreffeh bir hayata sahipken, Hz. Peygamber‘in bisetinden sonra 7 yıl açlık ve korkuya duçar oldukları ifade edilmektedir. El-Feyruzabadi: Tenvir’ul-Migbas Tefsir-u İbn Abbas, S. 280. Ebu’l A’la el-Mevdudi: Tefhimu‘l Kur‘an, (trc. Ahmed Asrar), Istanbul 1997, C. II, S. 638. Müfessir Es-Sabuni Razi’ye dayanarak bu ayetin tefsiri hakkında bakınız şunları kaydetmektedir; „Bu Mekke halkına ait misaldir. Çünkü onlar emniyet, sükun ve bolluk içinde idiler. Sonra Allah onlara büyük nimeti verdi. Bu nimet, Muhammed (a.s.)‘di. Fakat onlar onu inkar ettiler, ona çok eziyette bulundular. Allah da onları yedi seni kıtlık ve açlık ile cezalandırdı. O kadar ki leş ve kemik yediler. Muhammed Ali es-Sabuni: Safvetü’t-Tefasir, (trc. S. Gümüs- N. Yilmaz), İstanbul 1990, C. III, S. 352.[23] Nisa; 69.