Ayet ve Hadislerin Işığında Hased Kavramı ve Afetlerine Bir Bakış

Kıskançlık ve çekememek kelimeleri ile izah edilen haset,1 başta içerisinde bulunduğu ferd olmak üzere, o ferdin temas halinde bulunduğu çevreyi o temasın ölçüsü içerisinde tahrib eden mezmum bir duygu, manevi bir hastalıktır. İnsanın iç huzur ve sükûnuna kasteden bu duygu, insanlık tarihinin başlangıcından beri insanoğlunu zehirlemiş ve kendisinden azade olunmadığı müddetce de kıyamete değin zehirliyecektir. Hased, ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın2 yolu üzerinde küçümsenmemesi gereken bir tuzak olup, o tuzağa yakalanların özünde derin yaralar açarak, onları aslından koparacaktır.

Nefsin tezgahında işlenip, insanın yolunu vurmaya, onu ondan almaya kasdeden bu ve diğer tuzaklara karşı agâh olmak, özellikle seyr-ü sulûk üzere ant içmiş sevdalı gönüller için elzemdir. İnsanoğlunun kemâlât deryasına doğru yelken açabilmesi, ancak başta hasetlik duygusu olmak üzere, ucub, riya, kibir, nifak ve diğer mezmum duyguların bünyeden uzaklaştırılması, başka bir ifadeyle ıslahı ve izalesiyle mümkün olabilir. Bunu başarmanın en kısa ve verimli yolu ise, bir şekilde kendisinden gelip, kendisine döndüğümüz lemyezelin3 boyasıyla boyanıp, aşkından nasibdar olmak veya üzerinde bu aşkın nişanesi olup, kendilerini yalnızca bu aşkla tarif eden ay yüzlülerle teşrik-i mesaimizi artırmaktır. Taleb-ü devletü câh etme sevdasından vaz geçerek, bu aleme bir sevgili için ah etmeye gelen gözü kara sevdalılar, gönüllerine vurulan aşk ateşiyle orada yerleşebilecek olan her türlü mezmum sıfatları yakarak kurtulmuşlardır. Kendilerini sadece o sonsuz kudrete duydukları aşkla tarif eden bu güzeller, kendilerine Mutlak Sevgili tarafından bahşedilen halifelik makamının rabbani ve muhammedi nurlarıyla tezyin olmaları hasebiyle, kendilerine nazar kılanlara sadece ve sadece içlerinde O’ndan başka hiç bir şey olmayan o Sevgiliyi, sevgililer Sevgilisini hatırlatacaklardır. Bu güzeller o karşı konulmaz sevdanın şevkiyle yaratılanı yaratandan ötürü sevecek, zorlaştırmayıp, kolaylaştıracaklar; yargılamayıp, bağışlayacaklar;4 çeşitli nedenlerle özünden uzaklaşıp, bünyesinde yaralar açan insanoğlunun kanayan yaralarına merhem olmak için her şeylerini ama her şeylerini feda edeceklerdir…

İnsan elinde bulunan nimeti kabullenemeyip onun zevalini isteme manasına gelen hasetlik duygusunun, kimi noktalarda teşvik de edilen kıskançlık kavramıyla izah edilmesinin mutlak anlamda doğru olmadığı ifade edilerek, iki kelime arasındaki bağ ve ayrım bu noktada irdelenmiştir. Nitekim kocanın hanımına, hanımın da kocasına karşı duyduğu kıskançlık duygusu doğal olarak kabul görülmekle beraber, kimi zaman teşvik edilmektedir. Dolayısıyla iyi yönleri de olan bu duyguyu, yalnızca menfi anlam ifade eden hasetlik kavramının izahında eş anlamlı olarak kullanmak bizi bir takım yanlışlara sevkeder. Eserinde haset kavramının genel anlamda kıskançlık kavramıyla izahının yanlışlığını dile getiren Elmalı’lı Yazır, hasetlik kavramının bir nimetin müstehikinden zevalini arzulamak şeklindeki tanımını uygun bularak, bu tanımda özellikle üzerine vurgu yapılan müstehik (hak sahibi) kavramına dikkat çekmektedir.5

Tefsirlerin ışığında ayetlerde hasetlik kavramı

Kur’ân insanoğlunun elinde bulunan nimete karşı kıskançlık ve o nimetin o bireyden alınma arzusu olarak tarif edilen hasetlik duygusunu bünyesinde bulunan ayet-i kerimelerde konu edinmiştir.6Bakara sûresindeki ayette ehl-i kitabtan bazılarının mü’minlere karşı duydukları kıskançlık ele alınırken,7 nisâ sûresinde ise Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara hased edenlerin varlığı sorgulanarak, Hz. İbrahim ve soyuna verilen nimetlere vurgu yapılmıştır.8 Sûre-i Fetih’de ise Hudeybiye’ye ve Hayber’in fethine iştirak etmeyip, buradan elde edilen ganimetlerden pay sahibi olmak isteyen kimselerin ganimetlerden men edilişi sonrası, onların bu ganimetten pay alanlara karşı kendilerinin kıskanıldığına ilişkin ifadelerine yer verilmiştir.9 Diğer bir ayette ise bir takım şerler sıralanarak, bu şerlerden Allah’a sığınılması arzu edilmiştir. Ayette vaz edilen şerlerden birisi de haset sahibi kimsenin şerri olarak nakledilmiştir.10 Bütün bunların yanı sıra Kur’ân Hz. Yûsuf’un babası tarafından kardeşlerine oranla daha fazla sevilmesi nedeniyle, kardeşlerinin bu sevgiye karşı duydukları hasedliği ve bu hasedlik saikiyle Hz. Yûsuf’un canına kıymaya nasıl tevüssül ettiklerini bizlere nakletmektedir.11

İlgili ayetlerin tefsirine konumuz açısından bakıldığında İmam Kurtubî (ö. 671 H./1272) hasedin övülen ve yerilen olmak üzere iki çeşit olduğunu ifade etmektedir. Yerilen, mezmum olan hased, kişinin mü’min kardeşinin elinde bulunan nimetin yok olmasını arzulamasıdır. Bu noktada bu nimetin bemim olsun veya olmasın şeklindeki bir taleb önemli değildir. İşte bu Cenab-ı Hakk’ın ilgili ayette (4/54) zem ettiği hasettir. Zira bu Allah’ın lutfuyla nimetlendirdiği kimselerin hak sahibi olmadıklarına vehmetmektir. Övülen hasedliğe gelince ki, daha ziyade bu gıpta kavramıyla açıkladığımız hâldir. Bunun hakikati ise daha sonra hadislerde de ele alacağımız gibi, mümin kardeşin elinde bulunan nimetin zevalini istemeksizin, hak yolunda kullanılmak üzere o nimetten kendilerine de verilmesini arzulamaktır.12 İmam Kurtubî Hasan (r.a.)’ın haset eden kişiden daha ziyade hem zalim olup, hem de mazluma benzeyen kimseyi görmedim dediğini rivayet etmektedir.13Ayrıca bu hususta Abdullah İbn Mesud’un (r.a.): „Allah’ın nimetlerine karşı düşmanlık etmeyin“ demesi üzerine: „Kim Allah’ın nimetlerine karşı düşmanlık ediyor“ diye kendisine yönetilen soruya: „Onlar o kimselerdir ki, Allah’ın insanlara lutfundan lütfettiği nimetlere karşı hasetlik edenlerdir“ dediği hasetlikle ilgili ayetlerin tefsirinde nakledilmektedir. Bütün bunların yanında Ibn Mesud (r.a.), bazı kitablarda Allah’ın hasetlik mevzuunda şöyle dediği nakletmektedir: „Haset eden kimse nimetlerimin düşmanı, hükümlerime muhalif ve (kullar arasında) yapmış olduğum taksimata da razı değil (karşıdır).14 Müfessirler hasetlikle alâkalı ayetleri yorumlarken semada ve yeryüzünde Cenab-ı Hakk’a karşı ilk isyan ve günahın hasetlik yüzünden vuku bulduğunu nakletmektedirler. Gökyüzünde şeytanın Hz. Adem’e karşı olan hasetliği ile yeryüzünde Kabil’in Habil’e karşı olan hasetliği nedeniyle Mevla’ya karşı işledikleri günahları bu nokta da örnek vererek, bu hususu delillendirmektedirler.15Ayette (113/5) haset ehli kişinin haset ettiğinde şerrinden Allah’a sığınılması, evvelen Hz. Peygamber’e ve onun şahsında ilahi mesaja tabi olanlara emredilmiştir. Taberî (ö. 310 H./922) ilgili ayetin tefsiri hususunda kendisinden Allah’a sığınılacak olan haset ehli hususunda ihtilafın bulunduğunu kaydetmektedır. Taberî ayrıca bazılarının bu hususta, bütün haset ehlinden ve onların göz ve nefislerinin şerrinden Allah’a sığınılmasının gerekliliğini ifade ettiklerini bildirmektedir. Kimileri ise burada söz konusu olan hasetliğin, müminlere karşı hasetlik eden yahudilerle alâkalı olduğu görüşündedir. Taberî ise bu hususta doğru olanın, Hz. Peygamber’in her haset ehli kişinin hasedinden, şerrinden ve büyüsünden Allah’a sığınmakla emrolunduğu şeklinde olduğunu ifade etmektedir.16 İmam Mâturîdî (ö. 333 H./944) söz konusu ayetlerin tefsirinde bizim kısaca nazar olarak tarif ettiğimiz, göz değmesi hadisesine yer vererek, bu hususun hak olduğuna dair hadisleri nakletmektedir. Eserin tahkikini yapan Mecdi ayette (113/5) insanlara karşı ziyadesiyle kötülüğü dokunan hasedden Allah’a sığınılmasının emredildiğini ifade ederek, hasedi mukteseb ve gayr-i mükteseb olmak üzere iki kısıma ayırmaktadır. Mecdi nazar ve göz değmesini gayr-i mükteseb hasede örnek verirken, bir kimsenin elinde bulunan nimetin alınmasına ve helakine yönelik arzu ve gayretleri de mükteseb hasede örnek olarak vermektedir. Mecdi kendisinden Allah’a sığınılması emredilen hased ehli kişi hakkında müfessirlerin farklı görüşlerinin varlığından bahsederek, bu hususta Katade’nin (r.a.) hased ehlinin ve gözünün şerrinden Allah’a sığınılması gerektiğini ifade ettiğini nakletmektedir. Kimi kimseler de konu hakkında yukarda Taberi’nin de bahsettiği üzere ayette Hz. Peygamber’e kimi yahudilerin duymuş olduğu hasetlikten dolayı Allah’a sığınmasının emrolunduğunu ifade etmektedirler. Baci bu hususta Taberi’nin görüşüne katıldığını ifade ederek, bu hususta en doğru görüşün Hz. Peygamber’in haset ehli bütün kişilerin şerrinden Allah’a sığınmasının kendisine emrolunduğu şeklinde olduğudur.17Hased ehli kişinin şu beş hususta Allah’la harbe giriştiği ifade edilmektedir:
Hased ehli kendisinden başka birisine verilen nimete karşı buğzederek,
Allah’ın kulları arasında yapmış olduğu taksime karşı gelerek, (tavırlarıyla) sanki bu taksimi niçin yaptın diyerek,
O Allah’ın fiilerine karşı gelip – Allah lütfundan dilediğine verir umdesi belli iken, o Allah’ın bu lutfuna karşı cimrilik göstererek-,
O Allah’ın veli kullarını terkederek, onların başarısızlığını ve onlardan nimetlerin alınmasını arzulayarak,
O (aslında) düşmanı olan Şeytan’a eylemleriyle yardım etmek suretiyle Mevla’ya karşı harbe girişmektedir.18 Bütün bunların yanı sıra hased ehli kişinin nasibine ilişkin olarak, bulunduğu meclislerden nedamet, meleklerin katından lanet ve buğz, halvetten keder ve sıkıntı, ahiretten üzüntü ve ateş ve Allah’tan da uzaklık ve kin dışında bir şeyin düşmeyeceği ifade edilmektedir.19

Hadis metinlerinde hasetlik ve zararları

Kurân’da mezmum bir sıfat olarak tarif edilip, ehlinden Allah’a sığınılması Hz. Peygamber’e ve onun şahsında ümmetine emredilen hasetlik duygusunun zararları pek çok hadisi şerifde de ele alınarak işlenmiştir.20 İlgili hadislerde Hz. Peygamber ümmetine hasetlikden uzak durulmasını açık ifadelerle emrederken, bu duygunun insanda ve onun imanında ne denli tahribata yolaçtığına vurgu yapmıştır. Nitekim bir hadiste zandan kaçınılmasını emrederek, inananlardan insanların kusurlarının araştırılmamasını, birbirlerine karşı buğz ve haset etmemelerini, birbirleriyle sürtüşmeyip, kardeş olmalarını bakınız nasıl istemektedir:

Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivayetle, Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: „Zandan kaçının, zira sözlerin en yalanı zandır. Insanların kusurlarını araştırmayın, onlara karşı buğz ve hasetlik etmeyin, onlarla sürtüşüp, kavga etmeyin! Ey Allah’ın kulları kardeş olun!“ ([Buhârî, Edeb 57 (6064-65); Müslim, Birr 9 (2563); Tirmizî, Birr 24 (1942)].

Enes b. Malik (r.a.)’dan gelen bu hadisin diğer bir rivayetinde zan konusuna değinilmeksizin, diğer noktalara vurgu yapılmakla beraber, hadisin sonunda müslümanın müslüman kardeşiyle üç günden fazla küs bulunmasının caiz olmayacağı ifade edilmektedir.21

Hadisle ilgili getirilen yorumlara hased kavramı açısından baktığımızda İmam Askalânî (ö. 852 H./1448) yukarda naklettiğimiz hadislerle alakalı olarak kişinin içerisinde bulunan hased duygusu ile bu duygunun dışa vurulması veya eyleme dönüştürülmesi arasındaki farkı sorgulamaktadır. Eğer haset ehli olan kişi bu duygusunu dışa vuran eylem ve söylem içerisinde ise zaten isyankar ve bağidir. Eğer bu duyguyu eyleme ve söyleme dökmeyip, karşı tarafın hakkını ihlal edecek herhangi bir sebebe de tevessül etmiyorsa bakılır. Eğer bu duyguyu eylem ve söyleme dökmeye mani olacak şeyin aradan kalkmasıyla bunu yapacaksa kişi kusurludur. Ama bu habis duyguyu eylem ve söyleme dönüştürecek gücü olmasına rağmen, Allah korkusundan dolayı buna yanaşmıyorsa bu kişi mazurdur, zira kişi gönlüne gelen bu nefsi duyguları defetmeğe güç yetiremese de, nefsiyle mücadele ederek bunların eyleme dönüşmesine fırsat vermemektedir. Askalânî bu hususta İsmail b. Umeyye’den gelen şu hadise yer vermektedir: İsmail b. Umeyye’den rivayetle Hz. Peygamber (s.a.v.) buyurdular ki: “Kimse şu üç şeyden emin olamaz. Anlık bakış, zan ve hased.” Bunlardan (emin olmanın) çıkış yolu nedir ya resulullah diye kendisine sorulduğunda: “(Uygun olmayan Objeye) anlık bakış sonrasında oradan gözü çekmek, zan ile hareket etmemek, (eylem ve söylemlerinde) hasede yer vermemek.” Bu hususta ayrıca Hasan Basri (r.a.)’nin, içerisinde hased duygusu bulunmayan hiç bir insanın olmayacağı ve bu duygunun insanlara ve haklarına karşı zulm ve gasb aracı yapılmadıgı müddetce de o duyguyu içerisinde barındıran kişiye karşı herhangi bir müeyyide uygulanamayacağına ilişkin düşüncesine yer verilmektedir.22] Burada bizce ifade edilmek istenen şey, insanoğlunun bünyesinde ucub, riya, kibir, haset gibi duyguların varlığına ilişkin realiteye yapılan vurgudur. Fakat burada asl olan bünyede bulunan bu duyguların varlığını kabul etmekle beraber, bu nefsani duyguların ıslahı için çalışmaktır. Yapılan hata ve kusurları bünyede bulunan bu nefsani duyguların üzerine havale ederek, aradan sıyrılmak veya peşinen bu duygulara karşı mağlubiyeti ilan itmek insanı mazur gösteremez. Aksine insanoğlu kendisine verilen akıl ve gönül nimeti ve onu besleyen vahyin ışığında nefisle olan mücadelesini ölüm meleği üzerine gelip emaneti alıncaya kadar sürdürecek23, kendisine üflenen ruhun şuurunda şahlanarak,24 ötelerin ötesine kanatlanacaktır. Bu ise şüphesiz keskin bir irade, şeksiz bir iman ve dahası Mutlak Sevgili’ye mutlak bir teslimiyeti gerektirir. Bunları elde etmenin en kestirme yolu ise aşkdır…

Hased amellerinizi yer

Hz. Peygamber (s.a.v.) müminlerin hasetten kaçınmalarını emretmekle beraber, diğer bir hadiste hasedin kişinin amellerine karşı zararlarına değinerek, onu nasıl yeyip tükettiğini ifade etmektedir:

Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivayetle, Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Hasedden kaçının. Çünkü o, ateşin odunu, -ravi dedi ki veya kuru otu- yediği gibi, bütün hayırları yer tüketir.“ [Ebû Dâvud, Edeb 52 (4903).]

Hadisle ilgili açıklamalarda bulunan Tîbî (ö. 743 H./1342) hasedin amelleri yeyip, tüketmesini bu duygunun neticesinde işlenecek olan günahların, örneğin malın telef edilmesi, birinin namusuna halel getirilmesi veya canına kasdedilmemesi gibi kişilerin haklarına karşın yapılan cürüm ve zulümler karşılığında kişinin amellerine el konulacağı şeklinde ifade etmektedir. Bu hususa ilişkin görüşünü Ebu Hureyre’den (r.a.) rivayet edilen ve içeriğinde müflisin tanımı yapılan hadisle delillendirmiştir. Zira ilgili hadiste Hz. Peygamber ümmetinden müflis olanların kıyamet gününe namaz, oruç, zekat ve bir takım hasenatın yanı sıra kimine söylediği kötü sözler, iftiralar, haksız yere yediği mallar, suçsuz kişilere uyguladığı şiddet ve akıttığı kanlarla geleceğini zikrederek, her hak sahibinin hakkını zulüm gördüğü kişinin hasenatından alarak, eğer hasenatı yeterli değilse kendisinin hatalarından alınıp, onun üzerine atılarak elde edeceğini ifade etmektedir. Hadisin sonunda ise yaptığı haksızlıklara karşı vereceği bir hasenatı kalmayan kişinin, mazlum kişinin hatalarından da üzerine atılması suretiyle cehenneme atılacağı bildirilmektedir.25 Hasetin kişinin hasenatını yemesine ilişkin diğer bir açıklama ise, kişinin yapmış olduğu amellerden elde edeceği sevabın katlanması kişinin yeteneğine ve onun dindeki ihlas ve samimiyetine bağlı olduğudur. Aynı şey hata yapan kişinin içerisinde bulunduğu ortam ve durum ile de alâkalıdır. Örneğin hata yapma imkanı yüksek bulunan bir ortamda kişinin salih amel yapması ona on misliyle dönecekken, hata yapma imkanı bulunmayan veya veya yüksek olmayan bir ortamda bir kişinin salih amel yapması ona daha farklı yansıyacaktır. Salih amelller neticesinde elde edilecek hasenat bulunulan ortama ve kişinin haline göre katlanılıp, azalacaktır. Hadisin yorumlanmasiyle ilgili yapılan bu değerlendirmeler sonrasında Tîbî bu hususa ilişkin kendi görüşünü şöyle açıklamaktadır. Ona göre metinde bulunan hasetin hasenatı yemesi amellerin reddedilmesi manasına, istiareli bir kullanımdır. Haset ehli kişiden sadır olan ve reddedilen bu ameller salih ameller divanına kaydedilmemiş ki boşa çıksın, tıpkı gasbedilmis bir evde kılınan namaz gibi. Tîbî hadiste yapılan „ateşin odunu yemesi“ ifadesini ve kişiden hasetlik hâli içerisinde südur eden amelleri eteşin içerisinde bulunan odunlara benzetilmesini güzel bir teşbih olarak nitelemektedir. Zira ateş yandığında içerisinde bulunan hiç bir şeyi nasıl bırakmayıp, yok ediyorsa haset de amelleri öylece yok edecektir. Ona göre böylesine bir benzetme, içeriğinde mübalağa taşımakla beraber, haset ehli kişiye karşı açık bir uyarıdır.26

Hadiste kullanılan ifadelerin ve benzetmelerin konunun hassasiyetine ve haset ehli kimselerin uyarılmasına ilişkin yapılan güçlü bir vurgu olduğunu ifade etmekle beraber, hasenatın hasetle yenmesi durumunu, kişinin hakkını genelde bu duygunun saikiyle ihlal ettiği veya zulüm ettiği kimselerin yukardaki hadisde de ifade edildiği gibi, haklarını kişinin hasenatından karşılaması, veya bu duygu halinden beri olmadan, insanların hak ettiklerine karşı haset duygusu içerisinde yapmış olduğu ibadetlerin kabul edilmeyip, red edilmesi bağlamında anlamak mümkündür.

Hased din kazıyıcıdır

Diğer bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a.v.) hased ile buğzu önceki ümmetlerin kadim bir hastalağı olarak tanımlamış ve bunların birer din kazıyıcısı (yok edici) olduklarını ifade etmiştir. Bu fesat duygulardan ve onların saikiyle yapılan hata ve günahlardan arınmanın adresi olarak imanı, kamil imanı elde etmenin adresi olarak sevgiyi, sevgiyi elde etmeye yardımcı olması noktasında da selamı yaygınlaştırmayı adres olarak göstermiştir. İnsanlar arasında diyalog ve sevgi bağının güçlenmesi, şüphesiz kişilere karşı bünyede bulunan buğz, haset gibi kendilerinden Allah’a sığınılması istenecek kadar zararlı olan bu fesat duyguları yok edecek, kardeşlik bağlarını güclendirerek, içerisinde bulunulan ortamı maddi ve manevi bağlamda yaşanılır hale getirecektir. İnsanların dünyevi ve uhrevi sadetlerine karşı tehdit oluşturan bu fesat duygulardan kurtulmanın yolunu kişiler arasında kurulması gerekli olan sevgi olarak, bakınız Hz. Peygamber (s.a.v.) nasıl açıklamaktadır:

Hz. Zübeyr (r.a.)’dan rivayetle, Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: „Size sizden önceki ümmetlerin hastalığı sirayet etti. Bu, hased ve buğuzdur. Bu kazıyıcıdır (yok edicidir). Bilesiniz; kazıyıcı derken saç kazır demiyorum. O dini kazıyıcıdır. Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikce cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikce de iman etmiş olmazsınız. Size birbirinizi sevmeye yardımcı olacak şeyi haber vereyim mi: Aranızda selamı yaygınlaştırın.“[Tirmizî, Sifâtu ’l-Kıyâme 56 (2518).]

Hadisi yorumlayan Mubarekfûrî (ö. 1302 H./1884) hased ve buğzun hastalık olarak tanımlanmasını, onların kalbin hastalıklarından olmasına bağlamaktadır. Bunların, bedenin zahirinde olan saçı kazımasından ziyade dini kazımalarına ilişkin ifade ise, ona göre haset ve buğzun dünyada ve ahirette zararlarının ne derece büyük olduğunu ifade etme sadedinde kullanılmıştır.27

Kendilerine gıpta edilecek iki sınıf zümre

Daha önce de kısa değindiğimiz gibi hased kavramı zem edilen ve övülen hasedlik olmak üzere kimi ulemaca iki sınıfta ele alınmıştır. Mezmum olan hased kısaca kişinin hakkı ve sahibi olduğu nimetin elinden gitmesini arzulamak şeklinde tanımlanırken, memduh olan hased ise kişinin elinde bulunan nimetin helakini arzu etmeksizin, o nimetin kendisinde de bulunmasını arzu etmek şeklinde tanımlanmıştır. Bugün için övülen hasedlik kavramı yerine, gıbta etmek kavramıyla ifade edilen bu hâl, kimi hadislerde kendilerine hased edilmesi, daha doğrusu gıbta edilmesi caiz olan, veya başka bir ifadeyle kendilerine gıbta edilmesi gereken kimseler şeklinde ifade edilmiştir. İlgili hadislerde Hz. Peygamber (s.a.v.) kendilerine gıbta edilmesi gereken iki sınıf zümreden bahsederek, bunlardan birisinin Allah’ın kendisine verdiği hikmetle hükmedip, bunu başkasına öğreten kimse, diğerinin ise kendisine verilen mali imkanları hak yolunda sarfeden kişi olduğunu bakınız nasıl ifade etmektedir:

İbn Mesud (r.a.)’dan rivayetle: “Rasulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Şu iki kişi dışında hiç bir kimseye gıpta edilmez: „Birisi, Allah’ın kendisine verdiği hikmetle hükmeden ve bunu başkasına da öğreten hikmet sahibi kimse, diğeri ise Allah’ın kendisine vermiş olduğu malı Hak yolunda sarfeden zengin kimsedir.“ [Buhârî, İlim 16 (73); Zekât 5 (1409); Ahkâm 3 (7141); I‘tisâm 13 (7316); Müslim, Salâtu ’l-Musâfirîn 268 (816), İbn Mâce, Zühd 22 (4208)].

İbn Ömer’den (r.a.) gelen diğer bir rivayette ise kendisine imrenilip, gıbta edilecek iki zümre hakkında, Allah’ın kendisine vermiş olduğu hikmetle hükmeden kişi yerine, kendisine verilen Kur’an’ı gece gündüz ikame den kişi olarak nakledilmiştir:

Ibn Ömer (r.a.)’dan rivayetle: „Ben Rasulullah’dan (s.a.v.) duydum şu iki kişiye gıpta edilir; birincisi o kimsedir ki, Allah kendisine Kuran’-ı Kerim’i (ilmini) nasib etmiştir, o da Kurân’ı gece ve gündüz ikame eder. Ikincisi de o kimsedir ki, Allah’u Teâla ona mal vermiştir, o da onu gece gündüz (hayırda) infak eder.“ [Buhârî, Fedâilu ’l-Kurân 20, Tevhit 45 (7528); Müslim, Salâtu ’l Misâfirîn 266 (815); Tirmizî, Birr 24 (1943), İbn Mâce, Zühd 22 (4209)].

Hadis metninde hased kavramı bulunmasına rağmen, gıbta kelimesiyle tercüme ettiğimiz bu hâl, birinin elinde bulunan nimetin yok olmasını istemeksizin, o nimetin kendisinde de bulunmasını arzulamaktır. Bu gıbta hâli ibadetler hususunda olursa memduh, haram olan hususlarda olursa mezmum, caiz olan mevzularda olursa da mübahdır. Hadiste geçen hikmet kelimesini Askalânî Kur’ân olarak açıklamakta ve ayrıca burada söz konusu olan hikmet hakkında kişiyi, cehaletten men eden ve çirkinliklerden sakındıran her şey şeklinde açıklamanın da rivayet edildiğini nakletmektedir. Askalânî Kur’ân’ın gece-gündüz ikamesinden kastın mutlak manada onunla amel etmek olduğunu ve bununda Kur’ân’ı gerek namazlarda gerekse namaz dışında okumaktan, onun talimi ile uğraşmaktan ve onun gereklerine uygun hüküm ve fetva vermekten daha genel ve kapsayıcı olduğunu ifade etmektedir.28 Aynî (ö. 855 H./ 1451) hadiste söz konusu olan hikmetten kastın ya şeriatın bilinmesi veya Kur’an olduğu şeklinde açıklamaktadır. Aynî, ilgili hadislerde yalana belli konularda nasıl izin verildi ise, aynı tarzda hasedin bazı nevilerine de ruhsat verildiğinin ifade ederek, haram, mübah ve memduh olmak üzere üç çeşit hasedden bahsetmektedir. Kişinin elinde bulunan nimetin zevalini isteyerek, onun kendi eline geçmesini arzu etmeyi haram olan hasede örnek vererek, diğer iki kısımda bulunanların ise gıbta kavramıyla açıklandığını kaydetmektedir. Buna göre bu gıbta hali dünya işlerine ait meselelerle alâkalı ise mübah, ibadet ve taat ile alâkalı ise memduhtur.29 Kendilerine verilen imkan ve nimetleri meşru ve hak olmayan yerlerde kullanan kimselere karşı buğzun ve hasetliğin caiz olduğu ifade edilmekle beraber,30elde ettiği veya kendisine lutfedilen imkanları hayırda kullanan kimselere karşı hasetlik ise icmaen haram olarak değerlendirilmiştir.31 Kastalânî (ö. 963 H./1555) kendisine verilen malı hak yolunda sarfetme hususunu açıklarken, bunun kişi üzerine vacib olan sadaka ve meşru hayırlı olan işler olduğunu ifade ederek, bunun bir saçıp savurma (tebzir) eylemine dönüşmemesinin ve usulüne uygun olarak yapılmasının gerekliliğine vurgu yapmaktadır.32 Bütün bunların yanı sıra ilgili hadislerin şerhinde İbn Battâl (ö. 449 H./1057) şartları yerine getirilen ve Allah’ın razı olacağı eylemlerde kullanılan zenginliğin fıkhen gerekli yerlerde infak etme halini elde edemeyen fakirlikten daha efdal ve hayırlı olduğunu ifade etmektedir.33

İmam Gazali (ö. 505 H./1111) hasedi kin duygusunun, kin duygusunu da gazab duygusunun neticelerinden birisi olarak tasvir etmektedir. Hasedi kalbin zorlu hastalaklarından birisi olarak kaydeden Gazali, ondan kurtulmanın yolu olarak ilim (onun afetlerini gereği gibi tanıma) ve ameli (o ilmin gereklerine uygun eylem içerisinde bulunma) adres göstermektedir.34 Eserinde konu ile ilgili değerlendirmelerde bulunan İmam Kuşeyri (ö. 465 H./1072) hasedcinin alemeti olarak, yanındaki kimseye yaltaklanmak, ayrıldığı zaman onu gıybet etmek, felakete uğradığı zaman şamata ve sevinç gösterileri yapmak şeklinde açıklamaktadır. Bütün bunların yanı sıra Kuşeyri hasedcinin şerrinden selamettte kalmak için, nail olunan nimetin ondan saklanması gerekliliğine işaret etmektedir.35

Sonuç

Buraya değin yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, kişinin elinde bulunan nimetin yok olmasını, zevalini istemek manasına gelen hasedlik, gerek Kuran’da ve gerekse hadislerde mezmum bir sıfat olarak takdim edilerek, ilahi mesaja muhatab olan gönüller, bu duygunun afetlerine karşı uyarılmıştır. Hased ettiği vakit hased edenin şerrinden Allah’a sığınması başta Hz. Peygamber’e ve onun şahsında onun ümmetine emredilirken, diğer bir yerde de gizli fuhuş36 olarak ayette zikredilen, kimi müfessirlerce de37 hased ve diğer manevi hastalıklar olarak yorumlanan bu hâlden sakınılması istenmiştir. Hasedin hasenatı ateşin odunu yediği gibi yediğini, eski ümmetlerin bir hastalağı olup, din kazıyıcı olduğunu ifade eden Hz. Peygamber (s.a.v.), ilgili diğer hadislerde de hasedin zararlarına dikkat çekerek, ümmetini açık bir dille hasede karşı uyarmıştır. Bütün bunların yanı sıra Hz. Peygamber kendilerine gıbta edilecek iki sınıf zümreden bahsederek, hasedliğin hadiste örnek gösterilen kimselere karşı gıbta eylemine dönüşmesini arzu etmiştir. Hasedliğin mutlak manada haram olduğu ifade edilmekle beraber, bunun sadece eldeki nimeti hak olmayan yollarda kullananlara karşı caiz olduğu beyan edilmiştir.

Hasetliğin temelde Hz. Allah’ın kullarına yapmış olduğu takdire karşı rıza göstermeyip, isyan etmek şeklinde algılayan kimi kimseler, hasedciyi inkarcı olarak tarif etmişlerdir. Hasedcinin kendisine ve başkasına verilen nimete razı olma hususundaki hastalığını ise Muaviye; “Hasedci müstesna, herkesi razı edebilirim. Hasedciyi memnun edemem. Çünkü o ancak nimetin zevali ile razı olur”38diyerek ifade etmektedir.

Yaratılan şeylerin, karanlığı çöktüğü zaman gecenin, düğümlere üfürüp büyü yapan üfürükcülerin ve hased ettiği vakit hased eden kişinin şerrinden sabahın Rabbine sığınırım… Amin…

Hasenatı ateşin odunu yediği gibi yiyen hased ve diğer mezmum duyguların şer ve afetlerinden emin olma dileği ve duasıyla…

Dipnotlar

1 Eren, Hasan (komisyon): Türkce Sözlük (Türk Dil Kurumu), İstanbul 1992, C. I, S. 614.
2 Tîn, 95/4.
3 Bakara, 2/156.
4 Buhârî, İlim 11 (69), Cihad 164 (3038). Müslim, Cihad 5 (1733). Ebu Dâvud, Edeb 17 (4835).
5 Elmalı’lı Yazır bu hususa ilişkin düşüncelerini şöyle ifade etmektedir: „Demek ki şer olan hasedin asıl ma’nası başkasında bir ni’met görmekten müte’ezzi olup onun zevalini istemektir ki bizim çekememezlik ta’bir ettiğimizdir, bir takımların zannettiği ve hayli şâyi’ olduğu vechile kıskançlık demek değildir. Kıskançlık bazan hased demek dahi olursa da dah ziyade arabca da gayret tabir olunandır, netekim Kamus mütercimi Asım Efendi de şöyle der: „gayret, gayr, gar, gıyar: nam ve namusa halel verecek haletten hamiyyet eylemek ma’nasınadır ki kıskanmak ta’bir olunur. Mesela erkeğin karısını başkasından kıskanması, kezalik kadının kocasını başkasından kıskanması hased değil, gayret ve hamiyyettir, bu memduhtur. Fakat birisi diğerinin karısını ve kocasını veya evladını veya malını veya güzelliğini veya herhangi bir ni’met ve meziyetini, şerefini cekememek, ona göz dikmek, onun ondan zevâlini arzu etmek haseddir, mezmumdur.(…) Her ne olursa olsun kıskanmak mutlaka hased demek değildir, ondan e’amm olabilir. Binaenaleyh hasedi sade kıskanmak diye terceme etmek doğru değildir. Hesed mezmumdur, ona bir kıskanmak denir ise ilin hakkını sahibinden kıskanmak diye tarif edilmelidir, halbuki gayret ve hamiyet demek olan kıskanmak memduh ve makbul bir haslettir.„ Yazır, M. Hamdi: Hak Dini Kuran Dili, İstanbul 1979, C. IX, S. 6405 vd.
6 Bakara; 2/109; Nisa; 4/54; Fetih, 48/15; Felâk; 113/5.
7 Bakara; 2/109.
8 Nisâ; 4/54.
9 Fetih, 48/15.
10 Felâk, 113/4.
11 Yûsuf, 12/8.
12 El-Kurtubî, Ahmet el-Ensârî: El-Câmî li-Ahkâmi ‘l-Kur’ân, Beyrut 2000, 1. Bsk., C. II, S. 49 vd.
13 Zemahşerî (ö. 538 H./1143) haset ehli hakkındaki bu ifadeyi ilgili ayetin tefsirinde Ömer b. Abdulaziz’den rivayet etmektedir. Ez-Zemahşerî, Ömer b. Muhammed: Tefsîru ’l-Keşşâf an Hakâ’ik Gavâmizi ’t-Tenzîl ve-Uyûni ’l-Egâvîl fî Vucûhi ’t-Te’vîl, Beyrut 1995, 1. Bsk., C. IV, S. 817.
14 El-Kurtubî: 2000, C. V, S. 162 vd.
15 En-Nesefî, Ahmed b. Mahmud: Tefsîru ’n-Nesefî, Medâriku ’t-Tenzîl ve Hakâiki ’t-Tenzîl, Beyrut 1995, 1. Bsk., C. II, S. 843. El-Kurtubî: 2000, C. V, S. 162 vd. El-Bursevî, İsmail Hakkı: Rûhu ’l-Beyân fi Tefsîri ’l-Kur’ân, Beyrut 2003, 1. Bsk., C. X, S. 562.
16 Et-Taberî, Muhammed b. Cerîr: Tefsîru ’t-Taberî, Beyrut 2005, 4. Bsk., C. XII, S. 751.
17 El-Mâturidî, Muhammed b. Mahmûd: Te’vîlâtu Ehli ’s-Sünne: Tefsîru ’l-Mâturîdî, (tahkîk: Macdî, Basallûm), Beyrut 2005, 1. Bsk., C. I, S. 535 ve C. X, S. 658.
18 El-Mâturidî: 2005, C. I, S. 535.
19 El-Mâturidî: 2005, C. I, S. 535.
20 Konu ile ilgili hadisler için bkz.: Wensinck, A. J. – Mensing, J. P. – Beugman, J.: Concordance et Indices de la Tradıtion Musulmane, Londra 1936–1969, C. I, S. 465.
21 Buhârî, Edeb 58 (6066-67). Müslim, Birr 7 (2559). Ebû Dâvut, Edeb 47 (4910). Tirmizî, Birr 24 (1943).
22 El-Asķalânî, Alî b. Hacer: Fethu ’l-Bârî Şarhu Sahîhi ’l-Buhârî, Beyrut 2003, 4. Bsk., C. XIII, S. 591. İmam Kastalânî (ö. 963 H./1555) de ilgili hadislerin şerhi husuusnda aynı görüsleri dile getirmektedir. El-Kastalânî, Muhammet eş-Şâfi’î: Irşâdu ’s-Sârî li-Şarhi Sahîhi ’l-Buhârî, Beyrut 1996, 1. Bsk., C. XIII, S. 85.
23 Hicr, 15/99.
24 Hicr, 15/29. Sad, 38/72.
25 Müslim, Birr 60. Tirmizî, Kiyamet 2.
26 Et-Tîbî, Muhammed b. Abdullah: Sarhu ’t-Tîbî: el-Kâşif an Hakâiki ’s-Sünen, Beyrut 2001, 1. Bsk., C. IX, S. 251 vd. Enes b. Malik (r.a.)’dan gelen ve kütüb-i tis‘a içerisinde yalnızca Ibni Mâce (ö. 273 H./886) tarafından nakledilen bu hadisin diğer bir rivayetinde ise, hasetin ateşin odunu yediği gibi kişinin hasenatını yediği zikredilmekle beraber, ayrıca sadakanın suyun ateşi söndürdüğü gibi hatayı söndürdüğü, namazın müminin nuru olup, orucun da (cehennem) ateşine karşı bir kalkan olduğu ifade edilmiştir. Ibni Mâce, Zühd 22 (4210).
27 El-Mübârekfûrî, Abdurrahman b. Abdurrahim: Tuhfetu ’l-Ahvazî bi-Şarhi Câmi‘i ’t-Tirmizî, Beyrut 2001, 1. Bsk., C. VII, S. 180.
28 El-Asķalânî: 2003, C. II, S. 221. Kastalânî hadiste gecen hikmet kelimesine aynı tanımları getirmektedir. El-Kastalânî: 1996, C. I, S. 253.
29 El-Aynî, Mahmûd b. Ahmet: Umdetu’l-Kârî Şarhu Sahîhi ’l-Buhârî, Beyrut 2001, 1. Bsk., C. II, S. 87. Ulemanın, hasedi hakiki ve mecazi olmak üzere iki sınıfta değerlendirdiğini nakleden Nevevî (ö. 676 H./1277) hakikiyi, kişinin elinden nimetin alınmasını temenni ve arzu etmek olarak, mecazi olanı ise gıbta kavramı ile açıklamaktadır. Nevevî dünya işlerine ilişkin olan gıbtayı mübah, ahiret işlerine ilişkin olanı da müstehab olarak tanımlamaktadır. En-Nevevî, Muhyiddin: el-Minhâc: Şarhu Sahihi Müslim, Beyrut 1981, C. VI, S. 97.
30 El-Gazâlî, Muhammed Ebi Hamid: Ihyâ’u Ulûmiddîn, 2. Bsk., Şam 1993, C. III, S. 349. El-Mâturidî: 2005, C. I, S. 535. El-Aynî: 2001, C. II, S. 87.
31 El-Gazâlî: 1993, C. III, S. 349. En-Nevevî: 1981, C. VI, S. 97.El-Aynî: 2001, C. II, S. 87.
32 El-Kastalânî: 1996, C. XV, S. 304.
33 Ibn Battâl, Halef b. Abdulmelik: Şarhu İbni Battâl alâ Sahîhi l-Buhârî, Beyrut 2003, 1. Bsk., C. I, S. 142.
34 Konu ile ilgili Gazali’nin görüşleri hakkında geniş bilgi için bkz.: El-Gazâlî: 1993, C. III, S. 346 vd. Ez-Zebîdî, Muhammed b. Muhammed: İthâfu ’s-Sâdeti ’l-Muttekîn bi-Şarhi Ihyâ’i Ulûmiddîn, 3. Bsk., Beyrut 2005, C. IX, S. 453 vd.
35 Kuşeyri, Abdulkerim: Tasavvuf İlmine Dair, 3. Bsk. (terc.: S. Uludağ), İstanbul 1991, S. 295.
36 A’raf, 7/33.
37 Es-Sülemî, Ebû Abdurrahman: Tefsîru ’s-Sülemî, Beyrut 2001, 1. Bsk., C. I, S. 228. Kuşeyri: 1991, S. 294.
38 Kuşeyri: 1991, S. 295.

Kaynakça

El-Askalânî, Ali b. Hacer: Fethu ’l-Bârî Şerhu Sahîhi ’l-Buhârî, I-XVIII, 4. Bsk., Beyrut 2003.
El-Aynî, Mahmud b. Ahmed: Umdetu ’l-Kârî Şerhu Sahîhi ’l-Buhârî, I-XXV, 1. Bsk., Beyrut 2001.
El-Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail: El-Câmi‘u ’s-Sahîh, I-IV, 2. Bsk., Beyrut 2002.
El-Bursevî, İsmail Hakkı: Rûhu ’l-Beyân fi Tefsîri ’l-Kur’ân, I-X, 1. Bsk., Beyrut 2003.
Ebû Dâvud, Süleyman b. Esas: Es-Sünen, I-IV, Beyrut 1994.
El-Gazâlî, Muhammed Ebi Hamid: Ihyâ’u Ulûmiddîn, I-IV, 2. Bsk., Şam 1993.
Eren, Hasan (komisyon): Türkce Sözlük (Türk Dil Kurumu), I-II, İstanbul 1992.
Ibn Battâl, Halef b. Abdulmelik: Şarhu Ibn Battâl alâ Sahîhi ’l-Buhârî, I-X, 1. Bsk., Beyrut 2003.
İbn Mâce, Muhammed b. Yezit: Sünen Ibn Mâce, I-II, Beyrut 1995.
El-Kastalânî, Muhammed eş-Şafi’î: İrşâdu ’s-Sârî li-Şerhi Sahîhi ’l-Buhârî, I-XV, 1. Bsk., Beyrut 1996.
El-Kurtubî, Ahmet el-Ensârî: El-Câmî li-Ahkâmi ’l-Kur’ân, I-XXI, 1. Bsk., Beyrut 2000.
Kuşeyri, Abdulkerim: Tasavvuf İlmine Dair, 3. Bsk., (trc.: S. Uludağ), İstanbul 1991.
El-Mâturidî, Muhammed b. Mahmûd: Te’vîlâtu Ehli ’s-Sünne: Tefsîru `l-Mâturîdî, (tahkîk: Macdî, Basallûm), I-X, 1. Bsk., Beyrut 2005.
El-Mübârekfûrî, Abdurrahim: Tuhfetu l-Ahvazî bi-Şerhi Câmi‘i ’t-Tirmizî, I-XI, 1. Bsk., Beyrut 2001.
Müslim, Ebû ’l-Hüseyin Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî: es-Sahîh, I-VIII, Beyrut tsz.
En-Nesefî, Ahmed b. Mahmud: Tefsîru ’n-Nesefî, Medâriku ’t-Tenzîl ve Hakâiki ’t-Tenzîl, I-II, 1. Bsk.,Beyrut 1995.
En-Nevevî, Muhyiddin: el-Minhâc: Şarhu Sahihi Müslim, I-XVIII, Beyrut 1981.
Er-Râzî, Fahrettin Muhammed b. Ömer: Et-Tefsîru ’l-Kebîr, I-XXXIII, 2. Bsk., Beyrut 2004.
Es-Sülemî, Ebu Abdurrahman: Tefsîru ’s-Sulemî, I-II, 1. Bsk., Beyrut 2001.
Et-Taberî: Tefsîru ’t-Taberî, I-XIII, 4. Bask., Beyrut 2005.
Et-Tîbî, Muhammed b. Abdullah: Şarhu ’t-Tîbî: el-Kâşif an Hakâiki ’s-Sünen, I-XII, Beyrut 2001.
Et-Tirmizî, Ebû İsa b. Muhammet b. İsa: Sunan at-Tirmizî, I-V, Beyrut 1994.
Wensinck, A. J. – Mensing J. P. – Beugman, J.: Concordance et Indices de la Tradition Musulmane, I-VIII, Londra 1936–1969.
Yazır, M. Hamdi: Hak Dini Kuran Dili, I-IX, İstanbul 1979.
Ez-Zebîdî, Muhammed b. Muhammed: İthâfu ’s-Sâdeti ’l-Muttekîn bi-Şarhi Ihyâ’i Ulûmiddîn, I-XIV, 3. Bsk., Beyrut 2005.
Ez-Zemahşerî, Ömer b. Muhammed: Tefsîru ’l-Keşşâf an Hakâ’ik Gavâmizi ’t-Tenzîl ve-Uyûni ’l-Egâvîl fî Vucûhi ’t-Te’vîl, I-IV, 1. Bsk., Beyrut 1995.