Kalp Medeniyeti

Kan dolaşımını, sağlamak gibi vücut için vazgeçilmez bir görevi ifade eden organa isim olan kalp, kelime itibariyle Türkçemizde bir yönüyle; gönül, iç, ruh, sevgi, muhabbet, his ve duygu; diğer yönüyle ise değiştirme, bir halden  başka bir hale çevirme,tahvil manalarını içermektedir.1

Bir halden başka bir geçiş veya geçirme manasını ihtiva eden inkılap kelimesi de aynı köktendir. Gönül manasına gelen fuad kelimesi de kalp ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Ragıb el-İsfehânî‘ye göre; ‘’kalp yanıp yıkıldığında fuad olarak isimlendirilmektedir.’’ Ateşte kızartılan ete feid-meşviy dendiği gibi, aşk ateşiyle yanıp maşukun koruyla kızaran kalbe de fuad demmesi manidardır.

Bizim açımızdan kalbin en önemli özelliği; mekândan münezzeh olan Sevgili’ye mekân olması ve bir kıvamda tutulmasının zor olup, hâlden hâle geçmeğe yatkın değişken yapısıdır. Bu noktada kalp kelimesinin Arapça’da değişmek manasına gelen (galebe) fiilinin masdarı olduğunu unutmamak gerekir. Ayrıca Hz. Peygamberin (s.a.v.) en fazla yaptığı dualardan birisi de; ‘’Ya mukallib el-kulûb ( Ey kalpleri hâlden hâle sokan Allah’ım) kalbimizi dinin üzerine sabit kıl!‘’ duası idi. Hz. Enes (r.a.) Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bu duayı okuduğunu işittiğinde; ‘’Ey Allah’ın Resûlu! biz sana ve senin getirdiklerine inandık, sen bizim hakkımızda korkuyor musun? dedim. Bana şöyle cevap verdi:’Evet kalpler Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları dilediği gibi çevirir.’’2 Hadisin şerhlerine baktığımızda hata ve günaha karşı ismet zırhıyla tezyin edilmiş olan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisi üzerine değil, bilakis kendisinden sonra kutsal emanetleri yüklenecek olan ümmet, üzerine bu hususta duyduğu korku ve endişeyle bu duayı sık sık okuduğu ifade edilmektedir. Zira herşeyin başladığı ve bittiği, kulluk şuuruna eriş hazinelerine ait ilahî şifrelerin içerisine derc edildiği bu sihirli kutuyla muhammedî kıvamda tanışmadan, onu itminana (huzura) erdirecek eylemlerde bulunmadan sonuca ulaşmak isteyenler çok küçük fiyatlara satılarak aldanmışlardır. Bu aldanış onları kendi icad ettikleri objelerin bendeleri haline getirerek soysuzlaştırmış ve yazıkki onları asıllarından koparmıştır.

Üstünlüğünü ve güzelliğini bu asıla dayanmakta bulan mükerrem varlık (insanoğlu) güzele talip olup, güzelle iştigal etmesi gerekirken , mutlak güzelden (Cenâb-ı Hak (cc)) ve mutlak güzelin aşık olduğu güzelden (Hz.Muhammed (s.a.v.)) kopmak suretiyle kimyasını sulandırmış, böylelikle çirkinliklerin ve isyanın imalatıyla uğraşan şeytana ve onun albenili oyuncaklarına oyuncak olmuştur. Hadiste geçen Allah’a (cc) parmak nispeti müteşabih bir ifadedir. Müteahhir ulema Cenâb-ı Hakk’a izafe edilen bu tür ifadeleri kullanış gayelerine uygun bir tarzda tevil etmektedir. Onlara göre parmak burada Hz. Allah’ın (cc) iradesini ifade etmek için kullanılmıştır.3

Kur’an-ı Kerim 100’ün üzerinde ayet-i kerimeyle çeşitli zaviyelerden, vurucu ifadelerle kalp hususuna değinmektedir. Ayetlerde kalbin hastalıklı (maraz) olmasından (Bakara 10), (Mâide 52), (Enfâl 49), (Tevbe 125), (Hac 53), (Nûr 50), (Ahzâb 12, 32), (Muhammed 20, 29), (Münâfikûn 30), paslanmasından (Mutaffifîn 13-15), kasvetli olmasından,(Bakara 74), kör olmasından (Hac 46), kalbe kilit vurulmasından (Nisâ 155), (Muhammed 24), perde çekilmesinden (En’âm 24), (Kehf 57), kalbin damgalanmasından (Arâf 101), (Tevbe 87, 93), (Yûnus 74), (Rûm 56), mühürlenmesinden (Bakara 7), (Câsiye 23), (En’âm 46), selim olmasından (Şuarâ 89), (Sâffât 84) bahsedilmektedir.

Ayetler yakînen incelendiğinde görülür ki, hastalıklı kalplerle nifak kavramı arasında, sonu gelmez hırs, tutku, arzu ve emelleri ile kalbin kasvetlenmesi arasında4 yakın ilgi kurularak muhataplara bu hususta kimi zaman ince bir üslûpla, kimi zaman ağır ifadelerle uyarılmaktadadır. Kur’ân kendisinin aslına uygun olarak anlaşılmasının ve algılanmasının olmazsa olmaz şartı olarak kalbin kilitli olmaması gerektiğini ifade etmektededir.5 Yine Kur’ân’a göre insanın mutlak gerçeği görmesinin önündeki en büyük engel, kafa gözlerinin körlügü olmayıp, gönül-kalp gözlerinin körlüğüdür.6 Yaban ellerinin kurmuş oldukları tuzaklara kablerini düşerek benliklerini esir eden biçare zavallıların, Kur’ân ışığında kalb medeniyetini bünyelerinde ihdas etmiş kutlu emsalleri kendilerine numûne ittihaz ederek bu esaret anaforundan kendilerini bir an önce kurtarmaları gerekir. Bu noktada islâm dünyasının en temel açmazı, kalb medeniyetini bünyelerinde ihdas ettiklerini peşinen söylemeseler de, kitleleri eğitmek adına yola çıkan ve kitleler üzerinde kısmen de olsa etkileri olan, ahlâk ve temel etik değerlerinden yeterince nasiblerini almamış veya alamamış, üzerleri tamamen veya kısmen kitap yığınları ile kaplı veya kapsız merkeplerin hasta oldukları halde doktor rolünü oynamaya soyunmalarıdır. Tek amaçları zengin taraftar kitlesiyle etraflarını muhkemleştirmek isteyen, can ve mal hırsıyla yanıp tutuşan bu paslı yüreklerin onlardan daha parlak olan kalbleri aydınlatması düşünülebilir mi? Öylese bu medeniyeti bünyesinde ihdas etmeğe talip olan şahıs aç kurtların kuzu kılığında dolaştığı bu sahada kılı kırk yararak düşünmeye ve hareket etmeye mahkûmdur.
Kalp medeniyeti, çeşitli dünya sevgilerinin ve masivanın yeşerdiği bir kalpde yeşermez, bilakis kurur ve çölleşir. Bu medeniyet ancak ve ancak Allah (cc) ve Rasûlü’nün (s.a.v.) sevgisiyle beslenerek neşv ü nema bulur, bu sevginin ve teslim oluşun orantısına paralel olarak bu medeniyet dallanır budaklanır, o sevginin azalması veya yok olmasına paralel olarak ta inişe geçip, gazab-ı ilahîye düçar olur. „(Ey Muhammed!) De ki: „Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz , eşleriniz , kabileniz, elde ettiğiniz mallar, kesada gitmesinden korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evler, eger size Allah`tan (cc), Rasûl’den (s.a.v.) ve Allah (cc) yolunda cihaddan daha sevimli geliyorsa, Allah’ın (cc) emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fasık kimselere hidayet etmez.“7
Kalp medeniyeti, sonsuzun namelerini fani bedene taşımaya kararlı, neyi ne kadar sevmesi gerektiğini iyi bilen, akıl nimetini inkâr etmeden akıl-kalp orantısını gerektiği gibi dengeleyen, bu medeniyeti ihdas etme uğruna içerden ve dışardan gelebilecek bütün sıkıntıları peşinen kabüllenip, sonuna kadar direnen samimi erlerin işidir. Ticareti yalnızca para kazanmak ve zengin olmak adına yapıp, ellerindeki üçbeş kuruşluk dünyalıkla etrafındaki fakirlere veya temasta bulunduğu grubun fakirlerine karşı kamufle edilmiş bir firavunluk oyunu sergileyen sözde zenginlerin, fakir-fukara çocuklara burs verme adı altında onların zaten yeterince oluşmamıs kişiliklerini, onların zaten kendi hakları olan zekat paralarıyla tamamen erozyana tabi tutup, onları kapı kulu haline getirmeye çalışan zihniyetin, istişare esas olduğu halde ben bilirimden başka bildiği birşey olmayan sözde ekabirlerin, ilimleriyle kurumlanan kitab yüklü hammalların, sözü özüne uymayıp, kutsal elçinin emanetleri üzerinde en büyük bela olarak çöreklenen münafık yapılı riyakârların, kalbleri taştan daha ziyade taş olup, insanlığın kanayan yaralarlarına karşı duyarsız kalanların, hasılı Allah`tan (cc) ve Resûlü`nden (s.a.v.) kopuk yaşayanların, hissetmeyenlerin ve hissettirtmeyenlerin kalb medeniyetini ihdas etme adına bu kutsal halkada bulunmaları mümkün değildir.
Bu medeniyet projesini bizatihi gerçekleştirmek isteyenlerin günah kavramına oldukça duyarlı olmaları gerektiğini eşsiz önder Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle dile getirmektedir: “İşlenen her günah kalpte siyah leke bırakır, tevbe edip af dilerse o siyahlık giderilir, aksi takdirde her günahla kalp üzerinde bırakılan siyah noktalar çogalır da, kalp siyah bir tabaka haline gelir ve kalbi sarar. İşte kalbin paslanması budur.“ Binaen aleyh paslanıp ihmal edilmiş bir cihazdan ne derece verim alınabilirse, günahın potasında şekillenmiş paslı bir kalpten de o kadar verim alınabilir. Kafa gözlerinin göremediği sonsuz hakikat, kulaklarla işitilmeyen ötesinin ötesine ait ilahi besteler, tekniğin sonsuz imkânları seferber edilerek nüfuz edilmeyecek pek çok hassas noktalar…. İşte bunlar gibi daha pek çok hayatî meselede ince ayarlı ve hassas olan kalp, kilit rolü oynamaktadır. Insanı teknoloji ve modernite adına soysuzlaştıran etkin güçler, aşk, gönül, sevgi gibi insanın ruh dünyasına ait değerleri edebiyat bahçelerinin ebyatlarına gömerek kalbi inkar yoluna gitmektedirler. Sadece aklı temel alan bu zihniyet, güçlü medya tazyikiyle bireylerin ruhlarına enjekte edilmekte, mahir yönetim ve üsüllerle uyuşturularak manupile edilen yığınlar sistemin doğal sonucu olarak birbirlerini yiyerek beslenen parazitler haline gelmektedir. Binaen aleyh aslında yaşatmak icin yaşamayı özüne uygun olarak kendisine hedef seçmesi gereken bu insan, bu sistem içerisinde var olabilmek için büyük balık olmak adına herşeyi kendisine mübah addetmeye başlamaktadır. İşin en acı boyutu ise kendisini muhammedî olarak tarif edip islâmî kaygıları bulunduğunu iddia eden kimi sözde entel mütedeyyinlerin de aklı kullanmak adına kalp kavramını hiç görmeksizin vahyi bu etkin güçlerin mantalitelerine ve heveslerine göre yorumlama yarışlarıdır. Vahiy, bizatihi kendisinin aslına uygun olarak anlaşılmasın kalbin kilitli olmaması gerektiğini esasına bağlarken, işine uyanlarını alıp çantasına koyan, uymayanların ise akıl ile izahı güç diyerek savsaklayan bir zihniyetin bu yaklaşımını, vahiy-akıl ve kalb ekseninde, ayetlerin tanıdığı imkan ölçüsünde bir dengeye oturtması gerekir.

Çeşitli günların kara lekeleriyle kararıp iflah olmaz hâl alan, özden kopuk, sinede yük olmaktan başka bir görev ifa etmeyen kalplerin, bir an önce hiç bir lekenin karşısında tutunamayacağı Sevgili’nin zikr-i Celîli’yle parlayıp, ötelerin ötesine nazar kılması, kurulması için pek çok güneşlerin batmayı göze aldığı kalp medeniyetinin bir an önce dünya ufkundan güneş misali doğarak etrafa Sevgili’den başka Sevgili yok ziyalarını yayması, malın ve evladın fayda vermiyeceği güne ve o günün sahibine kalb-i selîm ile kavuşmak arzusu ve duasıyla…..


Dipnotlar:

1  Örnekleriyle Türkçe Sözlük, M.E.B Yayınları ( Komisyon) Ankara 1995, C. II, S. 1511 vd.
2  Tirmizî, Kader 7 (2141).
3  Canan, İbrahim: Kütüb-i Sitte Hadis Külliyatı, Ankara 1995, C. 10, S. 290.
4  Kur’an, Hadîd 16
5  Kur’ân, Muhammed 22.
6  Kur’ân, Hac 46.
7  Kur’ân, Tevbe 24.