Kazananlar ve Kaybedenler

Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanoğlunun(1) başı boşluğa terk edilmedigi(2), kendisine ruhundan üfleyen(3), yerin ve göğün sahibi mutlak kudrete, can emaneti alınıncaya değin ibadet etmesi gerektigi(4) kelâm-i İlahî tarafından ilan edilmiştir. Dünya hayatının acısıyla tatlısıyla bir imtihan unsuru olduğu; evladın, karı-kocanın, mal ve paranın, yığılı gümüş ve altınların, arazilerin, güzel evlerin, güzel bineklerin, insanlara isabet eden hayrın ve musibetin sonuçta bu imtihanın bir parçası olduğu gerek ilgili âyetlerden ve gerekse de bu ayetleri hayatlarıyla yaşayarak özdeşleştiren nurlu elçilerden ayan beyan anlaşılmaktadır. Bütün bu mefhumları bu zorlu imtihanın parçası kabul edip, çalışarak üreten ve ürettiğini insanlıkla paylaşmak suretiyle insanlığa faydalı olan, merkeze devamlı Rahman’ı ve O’nun rızasını koyan nurlu yüzlere sadece gıpta edilerek saygı duyulur.

Aslında vahyin ve onu tebliğ eden nurlu dillerin yegâne amacı, her anında Rahman’ı ve O’nun rızasını hedef alan, her daim kefenin arasına sokarak sevgiliye sunacağı gülleri derlemeye çalışan, malın ve evladın fayda sağlamayacağı güne kalb-i selîm ile ulaşacak şanlı erleri vücuda getirmektir.

Dünyayı ihmal etmeden dünyada bir yolcu gibi olunması gerektiği şuurunu yakalamış, tevhidi özümsemeye çalışan, ahlâk-i Muhammedî’yi eşsiz bir ziynet olarak kabul etmiş ve takınmış, takvadan daha hayırlı bir rızkın olmadığını ve ondan başka hiçbir rızkın onu doyurmaya muktedir olmadığını kemiklerine değin hisseden bu eşsiz güzeller dünyada ve ahirette asıl kazananlar ve kazanacak olanlardır. Onlar açlıkla, mal ve evladın yitirilmesi, korku ve bir musibetle imtihan olundukları zaman Allah’tan olduklarını ve O’na dönücü olduklarını söyleyerek(5) isyan etmezler. Onlara bir iyilik ve hayır dokunduğunda da hemen şükrederler ve şükürleri sayesinde o nimetleri artırılır.(6) İşte bu kimseler gerçek manada kazanan ve kurtuluşa erenlerdir, yani Kuran’ın ifadesiyle „hümü’l-fâizûn“dur.Kur’an-ı Kerim’de gerçek manada kurtuluşa eren bu kutlu kimselerin vasıfları değişik âyetlerde ifade edilerek övülmektedir. Kelime itibariyle kurtuluş ve başarı manalarını ihtiva eden „fevz“ ve onun müştâklarına Kuran’da bakıldığında bu kelimeler(7); ahiret hayatini kazanan, rıza-i İlâhîyi takva, ihlas, ihsan, kulluk ve mücahedeyle yakalamış cennet ehli, sevda ve aşk yüklü yürekler için kullanıldığı açıkça görülür. Kuran kökü Rahman’a ve O’nun rızasına dayalı olmayan, insanlıkla paylaşılmayan birtakım dünyevî başarıları geçici ve sönük görür. Onun amacı, insanın kök ve aslına yönelerek kendisini ve Yaratanını tanıması, O’nu unutmamasıdır… İmanlarına uygun amel ederek, kulluğu ve rıza-i İlahîyi gözeterek asıl kurtuluşu yakalayan güzellerin vasıflarını bakınız Cenâb-ı Hakk nasıl anlatmaktadır: „İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.“ Diğer bir ayette ise Hz. Allah kendisine dost olan güzellere müjdeler vererek, iman ve takva çizgisinin altını çizmekte ve bu güzellerin gerçek manada kurtuluşa erenler olduğunu ifade etmektedir: „Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de. Onlar, iman edip de takvaya ermiş olanlardır. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah’ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.“(9)

Gerçek muhaciri Allah’ın yasaklarında kaçan, gerçek pehlivanı sinirlendiği an sinirine hakim olan kisi(10) olarak nitelendiren Gül Nebi, gerçek müflisi de kıyamet gününde elinde yapmış oldukları hatalar nedeniyle hasenatları tükenen kimse olarak nitelendirmişlerdir. Ebu Hureyre radıyallahu anh’den gelen rivayette bakınız Hz. Peygamber gerçek müflisi nasıl izah etmektedir: „Peygamber aleyhisselatu vesselam ashâba, sizler müflis nedir bilir misiniz? diye sordular. Ashâb müflis hiçbir malı ve dirhemi kalmayan kimsedir dediler. Bunun üzerine Nebi-i Ekrem aleyhisselatu vesselam buyurdular ki, ümmetimin müflisleri o kimselerdir ki, kıyamet günü eda ettikleri namaz, tuttukları oruç ve verdikleri zekatla gelirler. (Bütün bunların yanında) Bu kimseler kimine küfretmiş, kimine iftira atmış, kiminin malını yemiş, kiminin kanını akıtmış ve kimine de şiddet uygulamışlardır. Bu kimselerin yapmış oldukları (haksızlıklara karşılık) hasenatlarından alınarak kısas yapılır. Hasenatları yapmış oldukları haksızlık nedeniyle yapılan kısas neticesinde bitince, haksızlık edilen kimselerin hatalarından alınarak onların üzerine atılır ve (sonuçta) o kimseler cehenneme gider.“(11) Biz amellerini rıza-i İlâhîyi gözeterek ihlasla yapmayanların kıyamet günü amellerinin yüzlerine çarpılarak, kimin için ibadet edip, amel ettilerse ecrin onlardan istenmesi gerektiğini hadis kaynaklarında bulunan ilgili rivayetlerden bilmekteyiz. Fakat yukarda ifade edilen metinden de anlaşılacağı üzere burada söz konusu olan amellerin ihlaslı yapılıp yapılmaması değil, amel sahibi olan insanların başka insanlara yapmış oldukları haksızlık nedeniyle, kısas sadedinde ecirlerinden alınarak onlara verilmesi durumudur. Bu hadiste de öne çıkan temel husus ahiret hayatının her halükârda öne alınarak, oranın ciddiye alınması, diğeri ise kul hakkına âzamî riâyet edilmesidir. Kul hakkı denince toplumda yerleşmiş olan ve sadece mal ve meta üzerine dayalı yaygın bir dar anlayışın varlığından söz etmek mümkündür. Oysa ki hadis metninde haksız yere mal yemenin yani sıra, kötü söz, iftira, darb ve kan akıtma da kul hakları arasında zikredilmiştir.

Kur’an’da ve Hadislerde ifade edildiği üzere asıl kazananlar, kulluk şuurunun bilincinde olup yalnız Allah’a ibadet ederek, yardımı yine yalnız O’ndan bekleyenlerdir. Asıl kaybedenler ise rıza-i İlahî’nin önüne başka değerler oturtarak, kulluğu gölgeleyen, araçları amaç haline getirmiş, ahlâk-i Muhammedî’den bî-haber olan zavallı kimselerdir.

Hayatı Kuran’ın çizdiği boyutlar içerisinde kavramak, malın ve evladın fayda sağlamayacağı güne ve o günün sahibine kalb-i selîm ile varmak, İlahî metinlerde övülen „hümü’l-fâizûn“ sınıfına dahil olmak dileği ve duasıyla…