Kur’an ve Hadis Metinlerinde Tevekkül Anlayışı

Tevekkül; Türkçe’mizde kadere razı olma, her isini Allah’a bırakma, Allah’tan bekleme, üzerine düşen her gayreti gösterip, ancak gücünün yetmediği yerde Allah’a güvenme gibi manaları bünyesinde taşımaktadır. (Örnekleriyle Türkçe Sözlük: Ankara 1996, IV/2871) Tasavvuf literatüründe ise tevekkül, Allah’ın katında olana güvenip halkın elinde-avucunda olana göz dikmeme, vaat edilene güvenme, her halükârda sadece Allah’a sığınma, vesvese, endişe ve rızık kaygısı halini yok edip, insanı huzura ve rahata kavuşturan Mevlâ’ya güvenme hali gibi manalara gelmektedir. (S. Uludağ: Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1977, s. 531) Bu hal üzere olan kimselere de mütevekkil veya tevekkül ehli, denmektedir.

 

Aslında tevekkül, yeri ve göğü yaratarak bizleri annelerimizin karınlarında dilediği gibi şekillendiren, evveli ve âhiri olmayan, kendisinden gelip kendisine dönmekte olduğumuz yüce kudret karsısında kulun duyduğu veya duyması gerektiği acziyetin ve teslimiyetin lisân-i hal ile ilanıdır. Sebepleri göz ardı etmeden, eşyanın tabii kaide ve kurallarını zorlamadan yani kısacası Sünnetullahı esas almak sûretiyle meydana gelen sonuçlarda, sebep ve müsebbip ilişkisini bidayetinden itibaren içerde ve dışarıda dengeli ve sağlıklı bir şekilde kurma anlayışıdır tevekkül…

 

Tevekkül, kimilerinin anladığı ve anlatmaya çalıştığı üzere, tembelliğin ve başarısızlığın üzerine fatura edildiği bir adres olmaktan ziyade, üretmeyi ve verimliliği esas alarak dünyalarını ve ahiretlerini sebep-müsebbip dengesini Rabbânî kıvamda kurarak imar etmeye çalışan kutlu yüreklerin, Mevlâ’ya duydukları iman, ihsan ve teslimiyetin parolasıdır.Rahman’dan aldıkları kutlu mesajları insanlığı aydınlatarak, onların dünya ve ahiretini imar etmelerine yardımcı olmaya çalışan peygamberlerin kavimleri ile olan münasebetlerinde kendi konum ve tutumlarını tevekkül kavramı ile ifade ettiklerine Kur’an’ın ilgili ayetlerinde sıkça şahit olmaktayız. İlgili âyetler incelendiğinde tevekkül kavramının Rahman’a dayanmak, güvenmek ve teslim olmak manalarında kullanıldığı kolaylıkla hissedilmektedir. Kavmini uyararak, onların kendisine ne yapacaklarsa mühlet vermeden yapmalarını söyleyen Hz. Nuh, bu husustaki metanet ve kararlılığını tevekkül kavramı üzerine oturtmaktadır: “Onlara Nuh’un haberini oku: Hani o kavmine demişti ki: ‘Ey kavmim! Eğer benim (aranızda) durmam ve Allah’ın ayetlerini hatırlatmam size ağır geldi ise, ben yalnız Allah’a dayanıp güvenirim. Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştırın. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra (vereceğiniz) hükmü, bana uygulayın ve bana mühlet de vermeyin.” (Yunus: 10/71) Hz. Hud’un içerisinde bulunduğu tevekkül halini bakiniz Kur’an kendi dilinden nasıl tarif etmektedir: “Ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a dayandım. Çünkü yürüyen hiçbir varlık yoktur ki, O, onun perçeminden tutmuş olmasın. Şüphesiz Rabbim dosdoğru yoldadır.” (Hud:11/56) Çocuklarına çeşitli tavsiyelerde bulunan Hz. Yakup, onlardan tevekkül halini yakalamalarını ve yalnızca O’na dayanmalarını istemektedir: “Sonra söyle dedi: Oğullarım! (Şehre) hepiniz bir kapıdan girmeyin, ayrı, ayrı kapılardan girin. Ama Allah’tan (gelecek) hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm Allah’tan başkasının değildir. (Onun için) ben yalnız O’na dayandım. Tevekkül edenler yalnız O’na dayansınlar.” (Yusuf: 12/67) Bütün bunların yani sıra Kur’an’da, Hz. Musa’nın tevekkül halini yakalayarak, Allah’a dayanmaları hususunda kavmine karşı yapmış olduğu davete (Yunus: 10/84) ve Hz. İbrahim’e iman etmiş kimselerinde tevekkül halini yakalayarak, Allah’a teslim olduklarına yer verilmektedir (Mümtehine: 60/4). Özelde hitap ettikleri toplum ve genelde ise insanlık için yegane üsve ve örnek olan bu kutlu kimselerin gerek içerisinde bulundukları halin izharı gerekse hitap ettikleri muhatapların yakalaması gereken bir hal olması sadedinde tevekkül kavramını ilgili ayetlerde öne çıkarmaları dikkati şâyândır. Söz konusu ayetlerde kendisine dayanılan ve tevekkül edilen Allah’ın gücü ve kudretine vurgu yapılması, bu güç ve kudretin sahibinin dayanılması ve teslim olunması gereken yegâne merci olarak izhar edilmesi ise ayetlere ilk bakışta göze çarpan diğer önemli boyutlardır.

Kur’an kimi ayetlerde direk müminlere hitap ederek Allah’ın tevekkül edenleri sevdiği ifade edilmekte, onlardan Allah’a tevekkül etmeleri istenerek, tevekkül ehli olan kimselerin üzerinde şeytanın hakimiyetinin olamayacağı vurgulanmaktadır: “(…) Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân: 3/159) “Gerçek şu ki, iman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde (şeytanın) bir hakimiyeti yoktur.” (Nahl: 16/99) “Allah size yardım ederse, artık size üstün gelecek hiç kimse yoktur. Eğer sizi bırakıverirse, ondan sonra size kim yardim eder? Müminler ancak Allah’a güvenip dayanmalıdırlar.” (Âl-i İmrân: 3/160) “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevlâ’mızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe: 9/51) “Allah, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tegâbün: 64/13) “Hem bize yollarımızı göstermiş olduğu halde ne diye biz, Allah’a dayanıp güvenmeyelim? Sizin bize verdiğiniz eziyete elbette katlanacağız. Tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkülde sebat etsinler.” (İbrahim: 14/12) “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal: 8/2) “Onlar sadece Rablerine tevekkül ederek sabredenlerdir.” (Nahl: 16/42) Allah’a tevekkül eden kimseler üzerinde şeytanın hakimiyeti olamayacağına ilişkin ayetin tefsirinde İbn Kesir (ö. 774 H.) bazı kimselerin bu ayeti Kur’an’da bulunan diğer bir ayet ile (Hicr: 15/40) açıkladıklarını ifade etmektedir. (İbn Kesir, Muhtasar, II/342) Söz konusu olan ayette şeytan, insanları Rahman’ın yolundan alıkoyacağını, fakat onların içerisinde ihlas sırrına mazhar olan, Yaratıcı’ya olan ubudiyet ve teslimiyetin tadına varan, Rahman’ın nuru ile içerlerini ve dışarılarını imar eden kutlu zümreye dokunamayacağını kendi lisanı ile haykırmıştır. Mana itibariyle birbirlerine çok yakın olan bu iki ayet-i kerimede tevekkül-ihlas, mütevekkil-muhlis kavramları arasında yakın bir bağlantının olduğu, bu iki kavramın farklı ayetlerde adeta ayni manada kullanıldığı açıkça görülmektedir.

İlgili ayetlerde müminlerden tevekkül halini yakalamaları istenirken aynı istek bazı ayetlerde uyarıcı ve müjdeleyici olarak insanlığa gönderilen Hz. Peygamber’den de istenmektedir: “(Ey Muhammed) Böylece Seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, Sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman’ı inkâr ediyorlar. De ki: O, Benim Rabbimdir. O’ndan başka Tanrı yoktur. Sadece O’na tevekkül ettim ve dönüş sadece O’nadır.” (Ra’d: 13/30) “O halde Sen, Allah’a güvenip dayan. Çünkü Sen apaçık hakikat üzeresin.” (Neml: 27/97) “Allah’a güven. Vekil olarak Allah yeter.” (Ahzab: 33/3) “Kafirlere ve münafıklara boyun eğme. Onların eziyetlerine aldırma. Allah’a güvenip dayan, vekil ve destek olarak Allah yeter.” (Ahzab: 33/48) “(…) De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar.” (Zümer: 39/38) Müşriklerin eziyet ve sataşmalarıyla bunalan gül Nebi, O’na O’ndan daha yakın olan ve O’nu insanlığa rahmet olarak gönderen Mevlâ’sı tarafından içerisinde tevekkül kavramlarının sıkça vurgulandığı bu ayetler yumağı ile teselli edilmiştir.

Bütün bu ayetler yumağından çıkarılabilecek mana, O’na dayanmak, O’na güvenmek, O’na teslim ve râm olmak… O’nu hayatın her deminde gözeterek, ötelerin ötesine bakabilmek… Dünyayı ve ahireti O’na duyulan o sonsuz sevginin ve aşkın ekseninde imar etmek… Kulluğun ve teslimiyetin engin sahillerine İlâhî koordinatların eşliğinde yelken açarak eşref-i mahlukat olmanın şerefine nail olmak… Hasılı ihlas ve ihsan makamlarının sırrına vakıf olmak suretiyle, Yaratan’a yakîn kesbetmek ve bu suretle O’nu her halükârda kendisine kendisinden daha yakın hissetmek…

Bütün bu ayetlerin yani sıra Hz. Peygamber de bir çok hadiste tevekkül kavramına değinmiştir. Hz. Ömer’den gelen bir rivayette Hz. Peygamber Rahman’a hakkıyla tevekkül etmenin ne denli zor olduğunu hatta O’na hakkıyla tevekkül etmenin adeta mümkün olmadığını bakınız ilgili hadiste nasıl vurgulamaktadır: Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: “Resülullah (s.a.v.) buyurdular ki: Siz Allah’a hakkıyla tevekkül edebilseydiniz, sizleri de kuşları rızıklandırdığı gibi rızıklandırırdı. Sabahleyin aç çıkar, akşama tok dönerdiniz.” (Tirmizî, Zühd 33, 2345)

Konu ile ilgili diğer bir hadiste ise yine Hz. Peygamber yukarıdaki hadiste olduğu gibi tevekkül ve rızık kavramını birbirleriyle ilintili olarak ele alarak söyle buyurmaktadır: Halid’in oğulları Habbe ve Seva (r.anhuma) anlatıyor: “Resülullah (s.a.v.) bir şey tamir etmekte iken yanına girdik. O işte kendisine yardım ettik. ‘Baslarınız kımıldadığı müddetçe rızık hususunda yeise düşmeyin. Zira insani annesi kıpkızıl, üzerinde, hiçbir şey olmadığı halde doğurur, sonra aziz ve celil olan Allah her çeşit rızıkla rızıklandırır.’ buyurdular.” (İbn Mace, Zühd 14)

Yukarıda verilen iki hadisin metni ele alındığında göze çarpan ilk hususun rızkın kolaylıkla elde edilmesi şartının tevekkül halinin yakalanması olduğudur. Tevekkül kavramını, tembelliğin ve üretimsizliğin adresi veya kendilerine kendilerinin emri altında rızık temin eden bir görevli olarak algılayan ve algılatmaya çalışan ve kendilerine de delil olarak yukarıda zikredilen hadisleri veya ona benzer diğer hadisleri dayanak alanlar, Kuran’a ve onu tebliğ eden Hz. Peygamber’e karsı bühtan içerisinde olduklarını bilmelidirler. Kişinin kendi el emeğiyle kazandığından daha tatlı ve hayırlısı olmadığını ve iki günü birbirine eşit olan kimsenin ziyanda olduğunu beyan eden bir Nebî’nin bazılarının anladığı üzere kişileri üretmeye dayalı olmayan bir tevekkül anlayışı üzerine yönlendirmesi mümkün değildir. Bu anlayış yukarda örneklerle tanımlamaya çalıştığımız Kuran’daki tevekkül anlayışına taban tabana zıttır. Ayrıca Nebî Ekrem’in hayatının bütün parçası bu anlayışı reddetmektedir. Hayatı boyunca tabiatın ve eşyanın kurallarını gözeterek, esbabı hiçe saymadan bir hayat süren, savaşlarda zırhını giyen, hurma ağaçlarının kuralına göre aşılanmasını isteyen, işleri ehline tevdi etme anlayışını sahabesine aşılayan nur Peygamber’in bu bağlamda çok iyi okunması gerekmektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in konu ile ilgili diğer bir hadisi onun tevekkül hususundaki tavrını bizlere çok daha net anlatmaktadır. Enes b. Malik’ten gelen rivayette kendisine gelerek devesini bırakarak mi yoksa bağlayarak mı Allah’a tevekkül etmesi gerektiğini söyleyen bir kişiye devesini bağlayarak Allah’a tevekkül etmesi gerektiğini ifade etmiştir. (Tirmizî, Kıyamet 125, 2025)

İnsanların tembellik ve başarısızlıklarını tevekkül kavramı üzerinde havale ederek ona dinden bir kılıf uydurmalarına şiddetle itiraz eden milli şair, dine yapıştırılan bu etiketi maskaralık olarak tanımlamaktadır.

“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan
Mana-yi tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdân!
Alemde “tevekkül” demek olsaydı “atalet”,
Miras-i diyanetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meşş’al-i tevhid sönerdi;
Kur’an duramaz, nezd-i ilâhîye dönerdi.
(M. Akif, Safahat, s. 430)

Çalış, dedikçe şeriat, çalışmadın durdun.
Onun hesabına birçok hurafe uydurdun!
Sonunda bir de “tevekkül” sokuşturup araya
Zavallı dini onunla çevirdin maskaraya!
(Safahat, 233)

Kur’an şairi olarak takdim edilen Mehmet Akif’in bu husustaki feryadına hak vermemek mümkün değil. Zira tembellik ve atalet üzerine kurulu olan bu anlayışın İslam ümmetini habis bir ur gibi kemirdiği ve kemireceği aşikardır.

M. Akif Ersoy kendilerini mütevekkil olarak tanımlayıp, tembelliklerini bu tanımla kamufle etmek isteyen zavallıları da Huda’nın rolüne soyunmakla bakiniz nasıl suçlamaktadır:

Ya sen nesin? Mütevekkil! Yutulmaz artık bu!
Biraz da saygı gerektir… Ne saygısızlık bu!
Huda’yı kendine kul yaptı, kendi oldu Huda;
Utanmadan da tevekkül diyor bu cür’ete… Ha?
(Safahat, s. 234)

Tevekkülün aslında ne denli büyük bir fazilet olduğu ama zamanla ruhuna zerk edilen meskenetle nasıl cüzama döndürüldüğünü kutlu şair yüreğinden kan damlayarak bakınız nasıl mısralara dökmektedir:

Tevekkül öyle yaman bir şiar-i imandı
Ki kahraman-i fezâil dense sayandı
Yazık ki ruhuna zerk ettiler de meskeneti,
Cüzama döndü, harap etti gitti memleketi!
Tevekkül olmasa kalmaz faziletin namı…
Getir hayaline bir kere sadr-ı İslam’ı
(Safahat, s.237)

Buraya değin ifade edilen ayet ve hadislerden hareketle şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; tevekkül kavramı; ihlas, ihsan, ubudiyet ve teslimiyet kavramları ile yakın ilişki içerisinde bulunan fazilet ve erdem kaynağıdır. İnsanı ötelerin ötesine taşıyacak, O’na O’ndan yakın olan Mutlak Sevgilinin kapılarını aralayacak olan bu kaynak, O’na inanıp dayanan ve teslim olanlar için hayatın her anında sonsuz bir güce dayanmanın kişiye bahşettiği güven ve metaneti temin edecektir. Nitekim kökünde teslimiyet ve ubudiyet bulunan bu kutlu kaynak ilgili ayetlerde de görüldüğü gibi Peygamberlerin başlarına gelen sıkıntı ve meşakkatlerde hasımlarına karsı başvurdukları ve dayandıkları yegane sığınaktır. Peygamberlerin meşakkat ve sıkıntı halinde içinde bulundukları metanet ve cesaretin yegane kaynağı olan tevekkül kavramını atalet ve verimsizlik kavramıyla özdeşleştirmek, bu kavramı sebepleri terk ederek tabiatın kurallarını hiçe saymak şeklinde formüle etmek, fevkalade yanlıştır. Zira kimi elçilerin hayat hikayeleri ve mücadeleleri, başlarına gelen musibet ve sıkıntılara karşı aldıkları tavırlar bu anlayışı tamamen reddetmektedir. Özü itibariyle insanların dünya ve ahiretlerini imar etmeyi amaçlayan ve ilk emri oku olan bir dinin, müntesiplerini atalet ve tembelliğe yönlendirmesini ifade etmek; o dine, o dinin sahibine ve kutlu elçisine yapılabilecek kuru bir iftiradır.

İslam ümmetinin içerisinde; ihlas, ihsan, ubudiyet ve teslimiyetin bulunduğu tevekkül kavramını özüne uygun olarak anlaması ve yaşaması, hayatı bu anlayışla yeniden imar etmesi dileği ve duasıyla.