Marifetullah

Marifet kelimesi Türkçe’mizde bilme, biliş, ustalık, maharet, bilgi, tanımak ve aşinalık gibi manaları bünyesinde taşımaktadır. Sufilerin sözlüğünde vazgeçilmez yeri ve değeri olan bu kavram; sufilerin bir takım manevi haller yaşayarak, manevi ve ilahi hakikatleri tadarak (iç tecrübe ile, vasıtasız) elde ettikleri bilgi ve irfandır. Bu yoldan Hakk’a dair elde edilen bilgiye mârifetullah, buna sahip olan kişiye de ârif-i billah (ârif, urefâ) denir. Marifet bu noktada hususi, tecrübî, ameli ve tatbiki; ilim ise umumi, külli, nazari ve mücerret bilgidir. Hülasa ifade etmek gerekirse kalb, keşf ve ilhama dayalı bilgiye mârifet ve irfan, akla ve nazari tecrübelere dayalı bilgiye ise ilim denir. Mârifetin kaynağı sezgi (keşf ve ilham), ilmin kaynağı ise istidlaldir. Mârifet tasavvufi, ilim ise zahiri bilgidir.[1]

 

Ârif-i billah olan ay yüzlü güzeller mârifet kavramından ziyade mârifetin sebep ve sonuçları üzerine yoğunlaşmışlar ve Hakk’ı bütün boyutlarıyla tanımanın O’nun hakkında ona uygun marifet sahibi olmanın mümkün olmadığı noktasında birleşerek, bu konudaki acziyetlerini her dem ifade etmeden geri durmamışlardır. Onlar Marifetullah kavramını ifade sadedinde; “Hakk’ı gereği gibi tanıma hususunda kulun acziyetini hücrelerine değin hissetmesidir.” demişlerdir. Bu hususta Hz. Ebubekir’e dayandırılan bir ifadede de Siddîk-i Azam: “Marifet, sâlikin onun hakkında mârifet sahibi olmaktan aciz olduğunu idrak etmesidir.” diyerek bu noktada kulun acziyetinin ve bu acziyetin kul tarafında idrak edilmesinin temel olduğunu vurgulamaktadır. Nitekim Kuran’da Cenab-ı Hakk; “Allah’ı hakkıyla takdir edemediler.”[2] buyurmaktadır. Bu ayet kimi müfessirlerce Allah’ı hakkıyla, gereği gibi tanıyamadılar şeklinde tefsir edilmiştir.Tasavvuf konusunda değerli çalışmalara imza atan Annemarie Schimmel ise şeriat, tarikat ve mârifet kavramlarını kısa, kısa ifade ederken Türkiye’de bu kavramlar şöyle adlandırılmaktadır, diyerek söze başlar ve şeriatı; “sen sensin ben benim”, tarikatı; “sen sensin ben de senim”, mârifet kavramını ise “ne ben varım ne de sen” diyerek ifade etmektedir.[3]

Mârifetten nasibdâr olan kimselerin belli mesafeler kat ederek, belli duraklara uğrayarak hedefe ulaştıkları ve bu kutlu kimselerin bünyelerinde taşımaları gereken kimi hasletler zaman, zaman ilgili eserlerde zikredilmiştir. Kuşeyri Risale’sinde sufilerce mârifeti elde etmenin birtakım vasıflar gerektirdiğini ifade ederek bu vasıfları şöyle izah etmektedir: “Sufilere göre mârifet şu vasıflara haiz olan kişinin sıfatıdır: Bu kişi Hak Subhanehu ve Teala’yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hakk ile olan muamelesinde sıdk ve ihlas üzere bulunur. Sonra kötü huylardan ve bu huylara ait afetlerden temizlenerek ârî hale gelir. Daha sonra Hakk’ın kapısında uzun uzadıya bekler ve daimi surette kalbi ile itikaf halinde bulunur. Bütün bunların semeresi ve sonucu olarak Allah u Teala’dan güzel bir teveccühe nail olur. Allah onun bütün hallerinde sıdk üzere olmasını sağlar, o kimseden nefsin hevacis ve havatırı kesilir, (nefis ona arzu izhar etmez hale gelir), o kimse kendisini Allah’tan başkasına davet eden hiç bir şeye kulak vermez duruma gelir. Böylece kul; halka yabancı, nefsin afetlerinden beri ve uzak olur. Allah’tan başkası ile sükunet ve huzur bulma ve Hakk’tan gayrisini mülahaza etme durumundan temizlenir. Sırran ve ruhen Allah Teala ile münacatı devam eder, her lahza Allah’a dönüşü tahakkuk ettirir. İlahi kudretin tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair sırları Hakk Subhanehu ve Teala’nın târifi ve talimi ile alır. İşte o zaman böyle kimseye ârif denir. Onun bu hali ise mârifet ismini alır.”[4]

Sehl b. Abdillah et-Tüsteri’de sâlikin mârifete giden bu yolculuğunu ve bu yol üzerindeki durakları bakınız nasıl anlatmaktadır: “Müptedi müride ilk emredilen şey kötü davranışlardan uzaklaşmaktır. Ardından iyi davranışlara geçmek; yalnız Allah’ın emrine yönelmek, irşat yolunda durmak, ardından sebat, beyan, kurbiyyet, münacat, musafat, müvalat, sıra ile gelir. Artık böyle birinin muradı, rıza ve teslim; hali de tefviz ve tevekküldür. Bunların ardından Allah o kuluna mârifet ihsan eder.“[5]

Eşrefoğlu Rumi marifetullahın üç mertebesi bulunduğunu ve bunların içerisinde son mertebede bulunun marifet-i hâssu’l-hâssi hakiki marifet olarak tanımlamaktadır. Bu nevi mârifet bilincinin de fena makamını yakalamış, hâssu’l hâs olan kimselerde bulunabileceğini ifade etmektedir.[6]

Sufilerin temelde dünyaya ve onun değerlerine karşı gönül olarak mesafeli durdukları, Rahman ve O’na ait değerlerin kokusunun alınması noktasında masivaya karşı takınılan bu tavrın elzem ve hayati değerde olduğu bilinen bir olgudur. Mârifet makamını yakalamış gönül sultanlarından birisi olan Beyazid Bistami bu hususta kendisine mârifet makamını nasıl elde ettiğini soran birisine; “Bu mârifeti aç karın ve çıplak ayakla bulduğunu” ifade etmektedir.[7]

Mârifet nuru ile donanmış olan âriflerin insanlığa şefkat nazarları ile baktığı, hoşgörü kavramını olabildiğince içselleştirdiği ve üzerlerinde bulunan aşk kokusunun bulundukları ortamı ve muhataplarının ruhlarını kuşattığı aşikardır. İnsan üzerinden, insana hizmetle kalb-i selime sarılarak Hakk’a vasıl olan bu güzeller, içerisi mârifet ve hikmetle dolu olan ballar balını buldukları, Hakk’ın bin bir türlü olan tecellilerini aslına uygun olarak müşahede ettikleri ve kabuktan ziyade özün özüne nazar etmeleri nedeniyle Hakk’tan gayrisine meyledemezler. Canı canan uğruna satıp azade olan bu güzeller, yoklukta eriyip, yegane var Olanla var olmanın her dem lezzetini yaşarlar. Sufiler Marifetullah ile şerefyâb olan ârifleri anlatırken onlar hakkında onların farklı, farklı özelliklerine temas etmişlerdir. Kimisi onların bu noktadaki deruni tecrübelerini ve buna bağlı tecellileri öne çıkarırken, kimisi mahlukata karşı bu seçkin kişilerin tavır ve duruşlarını, kimisi de kendi tecrübelerinden hareketle bu ay yüzlü güzellerin en seçkin vasıflarına vurgu yapmaktadır. Nitekim Ceriri; “Ebu Turab’a ârifin sıfatı sorulunca şöyle demişti: Hiç bir şey ârifi kederlendirmez, bulandırmaz, her şey onunla saflaşır, durulur.”[8] Zunnun ise bu konuda şunları söylemektedir: “Ârifin alameti üçtür: Sahip olduğu mârifet nuru vera nurunu söndürmez. Şeriatın zahiri hükümlerini nakzeden batini bir ilme sahip olduğuna itikat etmez. İzzet ve Celal sahibi olan Allah’ın çok sayıda nimetlerine nail olması onu Allah’ın mahremiyet perdelerini yırtmaya sevk etmez.”[9] Bu noktada ârif hakkında Zunnun Misrî; “Ârif ile muaşeret ve muamelede bulunmak, Allah Teala ile muaşeret ve muamelede bulunmaya benzer, senden zuhur eden şeylere tahammül eder, sana hilm ile muamelede bulunur. Çünkü o Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmiştır.”[10] Halka karsı tahammül ve hoşgörünün, mahlukata karşı âriflerde bulunan şefkatin boyutu Cüneyt Bağdadi’nin ârif tanımlamasında gayet açık görünmektedir: “Ârif ancak şu şekilde olursa ârif olur: Yer gibi olacak, insanların iyisi de kötüsü de onu çiğneyecek; bulut gibi olacak, her şeyi gölgelendirecek; yağmur gibi olacak, sevdiğini de sevmediğini de sulayacak. Hava gibi olacak herkes onu teneffüs edecek.”[11]

Sehl b. Abdullah, marifetin gayesinin iki şey olduğunu, bunların da hayret ve dehşet olduğunu ifade etmektedir. Zunnun ise âriflerin belli bir makamda bulunmadıklarını, onların iç tecrübe ile elde ettikleri makam ve duraklar arasında gelip gittiklerini ifade anlamında, kendisine ârifin vasıflarından soranlara: “Burada idi, şimdi gitti.” demiştir. Bu ifadeyi tefsir edip açıklaması için Cüneyt Bağdadi’ye başvurduklarında, o bu konuda şunları söylemiştir: “Ârif bir hal içinde mahsur kalarak diğer hallerden habersiz olan kişi değildir. O belli bir hal ile mukayyet değildir. Belli bir makam ve menzilde bulunması, öbür menzillilere gidip gelmesine mani değildir. Ârif her makam ehli ile bulunur ve o makam ehlinin bulduğu ve yaşadığı şeyleri bulur ve yaşar. Bu nevi makamların emare ve alametlerinden bahseder. Ta ki o makamda bulunanlar faydalansınlar.“[12]

Kalbilerinde yanan mârifet nuruyla etraflarını aydınlatan ârifler şüphesiz hakikat bahçesinin nadide gülleridir. Onları besleyen yegane gıda ise, kökü Rahman’a ve O’nun sevgililerine dayalı olan ve alemin yaratılmasına vesile olan aşktır. Rahman’ı Rahman ile tanıyan, O’nun aşkında yok olarak var olan, kulluk makamına ererek özgür olan bu seçkinler mârifetin nurunu kuşandıkça yaratanı tanımakta, tanıdıkça da O’nun güzelliği karşısında ’Mutlak Güzel’ kavramının ne denli sönük, O ifade edilemeyen sonsuz kudret karşısında Mutlak Kudret’ kavramının ne denli aciz, O’na duyulması gereken kara sevdanın izharı babında Mutlak Sevgili’ kavramının ise ne denli yetersiz kaldığını hayret ve bir o kadar da dehşetle idrak ederler. Yaratıcı kudret hakkında deruni tecrübelerle elde edilen marifetten hasıl olan bu hayret ve dehşet, onları kulluk şuurunun derinliklerine değin çeker, bu çekilmeyle beraber Rahman’ın boyası bu erlerin hücrelerine değin yine Rahman’ın eliyle vurulur. Böylelikle bu ilahi boyayla çepeçevre boyanan bu güzelleri kim görürse hemen eserin sahibi olan Vacibu’l-Vücud Hz. Allah (c.c.) hatıra ve akla gelir.

Gönüllerin bu paha biçilmez marifet nurunu elde ederek aydınlanması, basiretlerin keskinleşmesi, eşyaya, kainata, hasılı her şeye bu mârifet nurunun penceresinden bakılması dileği ve duasıyla…

——————————————————————————–
Dipnotlar:
[1] Süleyman Uludağ: Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, III. Baskı, İstanbul 1977, s. 347-348. Selçuk Eraydin: Tasavvuf ve Tarikatlar, IV. Baskı, İstanbul 1994, s. 316-317.
[2] Kuran: En’am; 91.
[3] Annemarie Schimmel: Mystische Dimensionen des Islam, Frankfurt am Main, Leipzig 1995, s. 149.
[4] Abdülkerim Kuşeyri: Kuşeyri Risalesi, (haz. S. Uludağ), III. Baskı, İstanbul 1991, s.488.
[5] Ebu Hafs Sihabüddin Ömer es-Sühreverdi: Avârifu’l-Maârif (Tasavvufun Esaslar), (Haz. H.Yılmaz., I. Gündüz), İstanbul 1993, s. 662.
[6] Eşrefoğlu Rumi: Müzekkin-Nüfus, (haz. A. Uçman), İstanbul 1996, s. 32.
[7] Kuşeyri: s. 492.
[8] Kuşeyri: s. 494.
[9] Kuşeyri: s. 494.
[10] Kuşeyri: s. 491.
[11] Kuşeyri: s. 492.
[12] Kuşeyri: s. 494.