Rahman’ın Kulları

Rahman’ın kulları (İbad’ur-Rahman) tabiri Kuran-i Celil’de, bizzat Yaratan tarafından birtakım vasıflar zikredilerek; bir yerde insan, diğer bir yerde de melekler için kullanılan (Zuhruf; 19) seçkin bir ifadedir. Biz bu yazımızda, Sûre-i Furkan’da birtakım özellikleri zikredilerek bu hitaba nail olan nurlu kişilerin vasıflarını incelemeye çalışacağız. Zira Cenab-i Hakk böylesine bir ifadenin içerisinde tanımladığı bu güzellerin vasıflarını, yine Kendisi, bizlere Kuran-i Kerim’de sıralamaktadır. Kulluk makamına ermek isteyenlerin, özgürlüğü Hakk’a kullukta arayanların veya özgür olduğunu iddia edip Hakk’tan gayri her şeye kul olanların, gerçek özgürlüğün ve kulluğun tanımlarına Rahman’ın tanımladığı ölçüler içerisinde bakması gerekir.

İşte bu makalede biz Cenab-ı Hakk’ın, “Rahman’ın kulları” diyerek nitelendirdiği ve bir takım vasıflarını zikrettiği o seçkin topluluğun özelliklerini ayetlerin ışığında irdelemeye çalışacağız. Şüphesiz Kuran’da, “Rahman’ın kulları” ifadesi dışında, Cenab-i Hakk’ın “kullarım-ibadî” diyerek hitap ettiği ve birtakım vasıflarını zikrettiği kimseler de vardır. Biz, Cenab-i Hakk’ın Kuran’da kendilerine “kullarım” diyerek hitap ettiği bu seçkin güzelleri ve bu güzellerin seçkin vasıflarını inşallah başka bir makalemizde ele alacağız.Takdire sayan vasıflarıyla mutlak kudretin beğenisini kazanarak, “Rahman’ın kulları” şerefine nail olan bu seçkin ve mümtaz insanlar, bir damla sudan halk olunduklarının bilinci içerisinde (Nahl; 4), kibredenlere kibretmekle beraber tevazuu severler. Zira onlar Hakk’tan gelip, Hakk’a dönmekte olduklarını (Bakara; 156, Enbiya; 93, Mü’minûn; 60, Yunus; 23, Hud; 4), yerin ve göğün ve ikisi arasında olanların mutlak sahibinin ve efendisinin Allah (c.c.) olduğunu (Ali İmran; 189, Maide; 17, 18, 40, 120, A’raf 158, Tevbe 116, Nur; 42), O (c.c.)’nun ilminden habersiz tek bir yaprağın yere düşmediğini (Enam; 59), O (c.c.)’nun, ölüden diriyi diriden ölüyü (Ali İmran, 27; Enam, 95; Yunus, 31; Rum 19), geceden gündüzü, gündüzden geceyi çıkarttığını bilirler. (Al-i İmran; 27, Hac; 61, Lokman; 29, Fatır; 13, Hadid; 6) “O çok merhametli Allah’ın has kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler laf attıklarında (incitmeksizin) “Selam” derler (geçerler).” (Furkan; 63)

Bu seçkinlerin temel vasıflarından birisi, geceye ve özellikle seher vaktine olan onulmaz tutkularıdır. İnsanlık uykuda iken âgâh olan bu sevda yüklü güzeller, o vaktin rahmetini ve bereketini bütün hücrelerine değin solurlar. Göz yaşlarıyla el ele olan o soluklar, onları, ötelerin ötesine, daha doğrusu kendi özlerine doğru taşır. Gecenin sükûn ve sessizliğiyle özdeşleşerek öze bakan bu yanık yürekler, seher vaktinde daha da bir eşsiz parlayan aşk ateşinin bütün benliği sarmasıyla hem daha da bir yanmaya, yandıkça da etraflarını hem daha bir yakmaya başlarlar. Ateş-i aşk ile yanan bu seçkinlere, geceleri yapılan secdelerin ve kıyamda duruşların verdiği tad ve lezzeti dünyada hiçbir şey veremez. Zira onlar, bizzat Rahman tarafından kulluk makamına erdirilmiş, özgürlüğün tadını, hesap gününün yegane sahibi olan Mevla’ya kullukta bulmuş, her dem yeniden doğan, bünyelerinden sadece takva, ihsan, ihlas, irfan ve marifet kokuları gelen ve kökleri Rahmanda olan nadide çiçeklerdir…”Onlar ki, gecelerini Rabb’lerine secde ederek ve kıyam durarak geçirirler.” (Furkan; 64). “Allah’tan korkanlar ise, Rabb’lerinin kendilerine verdiğini almış oldukları halde, cennetlerde ve pınar başlarındadırlar. Çünkü onlar, bundan önce iyi davrananlardan idiler. Geceleyin de az uyuyorlardı. Seherde ise, Allah’tan mağfiret diliyorlardı.” (Zariyat; 15-18)

Bu seçkinler, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinin ve azabının gelip geçici bir şey olmadığının bilinci içerisinde (Bakara; 24), hayatlarında korku ve ümidi dengeleyerek, ama asla Yaratan’dan ümit kesmeden, Rahman’a o azabın üzerlerinden alınması için daima dua ederler. Onlar, onları değerli kılanın, huzurda o boyun büküşleri ve duaları olduğunu gayet iyi bilirler. Onların öğrendikleri ilim, onlara, gerçek Âlim olan karşısında ne denli cahil olduklarını, dünyalıklar ise onlara, Malike’l-Mülk karşısında onların ne denli fakir ve aciz olduklarını hep hatırlatır. Onların hayata bakışları, talep-ü devlet-ü cah etme sevdasından ve kaygısından uzaktır. Binaenaleyh, onları bu değerlerle onlardan koparmak kabil-i mümkün değildir. İnsanlığa faydalı olabilmek için çırpınan bu aşk ehli güzeller, gönüllerinde yanan o paha biçilmez aşk ateşiyle kendileri aydınlandığı gibi; etraflarında bulunan ve yaban ellerin elinde târumar, harab olmuş ruhları da; ilim, irfan ve marifetin na-mütenâhi ışığıyla aydınlatırlar. “Onlar ki, şöyle derler: Rabbimiz! Cehennem azabını üzerimizden sav. Doğrusu onun azabı gelip geçici bir şey değildir. Orası cidden ne kötü bir uğrak, ne kötü bir konaktır!” (Furkan;65-66) “(Resûlüm!) De ki: (Kulluk ve) yalvarmanız olmasa, Rabbim size ne diye değer versin?” (Furkan;77) “ Ey oğullarım! Gidin ve Yusuf ile kardeşini araştırın; Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin; zira Allah’ın rahmetinden, kafir olanlardan başkası ümit kesmez.” (Yusuf; 87)

Mutlak Sevgili’ye sevgili olan bu güzellerin diğer bariz özelliklerinden birisi de, hayatı ifrat ve tefrit çizgilerinden uzak, aşırılıklara daim mesafeli bir tarzda algılamaları ve yaşamalarıdır. Safiyet kazanmış, aşk kokan bu gönüller ifrat ve tefritin dışında orta bir yol bularak ona yönelmeyi kendi öz ve fıtratlarının temel bir parçası gibi algılarlar. Aslında bu durum; seçkin insanın yoğun mücahedeler sonrasında içerisinde yakaladığı dengenin, insanla diğer mefhumlar arasındaki ilişkilerde dışa vurumudur. Bu ahenk, insanın içerisiyle, yaratıcısıyla olan ahenginin bir neticesi ve ürünüdür. Bu ahenk ayni zamanda durulup, süzülmenin, huzur ve sükuna ermenin özlemle beklenen muştusudur. Bu ahenk, aynı zamanda, derelerin deryalarla buluşmaları sonrası, vuslat öncesi içerlerinde kor olan yakıcı hasretin, feryadın ve tarifi mümkün olmayan sevinç ve hazzın tek vücut olup sükuna dönüşmesi ve aksetmesidir. “ Ve onlar ki, harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar.” (Furkan; 67) “Akrabaya, düşküne ve yolda kalmışa hakkını ver; fakat saçıp savurma. Zira saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise, Rabbine karşı çok nankördür.” (İsra; 26-27) “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker kalırsın.” (İsra; 29)

Rahman’ın kulları olma şerefine nail olan bu mümtaz insanlar, her gün huşu ile eda ettikleri namazda zikrettikleri, “Yalnız sana ibadet eder, yalnız senden yardim bekleriz.” ayet-i celilesini (Fatiha; 4) hücrelerine değin hissederler. Onu için üzerinde secde izleri bulunan o simâlar ( Fetih; 29) hep O’na ve O’na ait olanlara bakarlar; ve onun için o başlar O (c.c.)’ndan başka hiç kimsenin önünde eğilmezler. Onlar zalimi sevmez; zulme, adam aldırma da geç demezler. Zulüm kime, kim tarafından, ne maksatla yapılırsa yapılsın, zalim karşısında hep bu erdemlileri bulur. Mazlum ve masumlar onların tabii dostlarıdır. Cemiyet bağrında açılan yaralar, hep onların yüreklerinde kanar. Bu duyarlılık sadece onların hemcinslerini değil, diğer varlıkları da içerisine alır. Onlar bu fâni alemde gök kubbede, rıza-i ilahiye matuf hoş bir seda bırakmanın, kendilerine verilen dünyalıklarda ahiret yurdunu aramanın, canan uğruna can olmanın derdi içerisindedirler. Onlar zinanın ne denli habis bir ur olduğunun bilinci içerisinde, bütün organlarını, Rahman ile kendi aralarında aşılması zor çelik duvarlar örecek olan bu menhiyattan uzak tutmanın yollarını aramakla beraber, bu beladan mahfuz olunmaları için daim boyun bükerek, dualarla Rahman’dan yardim dilerler. “Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir tanrıya inanmazlar; Allah’ın haram kıldığı bir cana haksiz yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı(nın cezasını) bulur.” (Furkan, 68) “Allah’a ibadet edin ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmayın.” (Nisa; 36) “Zinaya asla yaklaşmayın; çünkü zina, çok çirkin bir fiildir; kötü bir yoldur.” (İsra; 32)

Bu güzeller vaktin ne denli değerli olduğunu bildiklerinden, her ânı o an yapılacak en verimli işle geçirmek, onlara ibadet tadı verir. Aksi takdirde keskin bir kılıç olan zamanın önünde dayanılamayacağının gayet iyi farkındadırlar. Dünya ve ahiretleri için faydası dokunmayacak, boş ve malayani şeylere onların sözlüğünde yer yoktur. Kişinin İslam’ının güzelliği, onun malayani şeyleri terk etmesiyledir, mealindeki hadis-i şerif, onların yaşantılarının her karesinde kendini bulur. Kökü yalana dayalı her eylemi, insan onurunun bağrına saplanmış zehirli bir hançer olarak algılayan bu güzeller, söz verdikleri zaman sözlerini yerine getirirler, emanete ihanet etmezler, konuştuklarında ise yalnız hayrı söylerler. Onlar kendilerine kendilerinden yakın hissettikleri Mutlak Sevgili’nin, sözü açıklasalar da açıklamasalar da her şeyi bildiğini, hesap gününde yapılan her şeyin karşılığının alınacağını iyi bilirler. Onun için kalb-i selime zarar veren her söz ve eylem onların fiziki ve manevî kimyalarını bozar, onları rahatsız eder. Onların gözleri ve kulakları, onlara Rahman’ı hatırlatan ayetlerdedir hep. “Onlar ki, yalan şahitlik etmezler, boş bir şeye rastladıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler; kendilerine Rablerinin ayetleri hatırlatıldığında ise, onlara karşı kör ve sağır davranmazlar.” (Furkan; 72-73) “Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah’ın ayetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (Enfal; 2) “Onlar öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer; başlarına gelene sabrederler; namazı kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah için) harcarlar.” (Hac; 35)

Şeytanın her türlü desise ve tuzaklarına karşı âgâh olan, her dem seven ve sevilen, takva, ihlas, ihsan, teslimiyet gibi kutlu vasıflarla basiret kılıcını keskin tutan Rahman’ın kullarının en önemli özelliklerinden birisi de, şüphesiz içerisinde pek çok hikmetlerin barındığı sabr-i cemildir. Onlar kısa dünya hayatında pek çok şeyle deneneceklerini, imanlarının testten geçirileceğini gayet iyi bilirler. Bu testin içerisinde nimetler olduğu gibi, musîbetlerin de var olduğunun farkındadırlar. Onlar başlarına gelen her nimetin şükrünü dil ve beden ile edâ etmek adına Rahman’dan dualarla yardim dilerken, başlarına gelen musibetlere sabretmede de yine O’ndan, O’na boyun eğerek dualarla yardim dilerler. Onlar için en büyük musîbet; kendilerine kendilerinden daha yakın hissettikleri âlemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)’tan ve O’nun zikrinden gafil olmak suretiyle, değeri dünyanın değer birimleri ve kelimeleriyle ifade edilemeyecek olan bu yakınlığın kaybedilmesidir. Cânanın can olduğu bir düzlemde, canın başına gelebilecek en büyük musîbet cânandan uzak kalmaktır. İşte canı cânana verip azade olan bu güzeller, kendilerini sarıp sarmalayan, can ile canan arasında engel teşkil eden bentleri yıkıp aştıkça, aşkın olmanın sırrına ererler. Nimet-i şükür ve musibetlere karşı sabr-i cemil sayesinde rıza-i Bari’yi kazanarak, kulluk makamını elde eden bu seçkinler, selam ve hürmetle karşılanacakları ve içerisinde ebedî kalacakları Cennetin, en yüksek makamlarına nail olurlar.

“İşte onlar, sabretmelerine karşılık Cennetin en yüksek makamlarıyla mükafatlandırılacaklar, orada hürmet ve selamla karşılanacaklardır. Orada ebedî kalacaklardır. Orası ne güzel bir konak ve ne güzel bir makamdır.” (Furkan; 75-76) “Ey iman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak (Allah’tan) yardim dileyin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.” (Bakara; 22) “Hem sizin yanınızda olanlar tükenir de, Allah’ın yanında olan bakidir. Sabredenlerin ecrini, işlemiş olduklarının en güzeliyle ödeyeceğiz.” (Nahl; 96)

Cenab-i Hakk’ın “Rahman’ın kulları” diyerek şereflendirdiği bu seçkin kullar zümresine dahil olmak, Hakk’a kulluktan daha yüce ve üstün bir makam tanımamak ve özgürlüğün zevkine, o tadı ruhu kuşatan ubudiyetle vasıl olmak dileği ve duasıyla…