Cemalinle Ferahnak Et, Ki Yandık Ya Rasulallah

Binlerce salat-u selam olsun sana Mutlak Sevgilinin Sevgilisi … Binlerce salat-u selam olsun sana yetimlerin Sultanı, güllerin Efendisi…Binlerce salat-u selam olsun sana bizi bizden alan, sınır tanımayan sevdasında yanarak serinlendiğimiz kutlu elci…Binlerce salat-u selam olsun sana insanlığın ana kucağı, Fatıma’nın babası.
İnsanlığın yine zifiri bir karanlığı bütün boyutlarıyla soluduğu kapkara bir andı… Garipler daha bir garip, mazlumlar daha bir boynu bükük… Zulüm kokuyordu her yer…Alem bir doğuma efendisine hasretti…Bir ışık, bir nur bekliyordu bütün haneler…Mekke alemi karanlığından sıyıracak bu nura gebeydi…Rebiul evvel ayinin 12. gecesi insanlığın hasretle beklediği muhabbet-i İlahiden hasıl olan bu eşsiz nur Mekke’de sonsuza değin alemi aydınlatmak üzere doğdu…Muhammed (s.a.v.)…

Yetim ve öksüz büyüdün. Sahibin sana senden yakın olan, seni yetim bulup barındıran Rabbindi. Kimin emanet edilecek bir şeyi olsa ilk akla gelen sen olurdun, zira Muhammed ül-Emin`din sen. Zulmetin girdabında benliklerini kaybedenler dahi ismini saygıyla anmaktan emin lakabına ne kadar layık olduğunu ifade etmeden geçemezlerdi efendim. Zulmün saltanatını o beldede kırmak için İbn Cüda’nın evinde kurulan hilf al-fudul derneğine aktif olarak katılmış, mazlumlara sığınacakları emin bir sığınak, zalimlere ise amansız bir hasım olmuştun ey sevgili…

Hiç bir zaman putlara tapmadın, onları kendilerine dahi faydaları olmayan cansız eşyalar olarak tanımladın. Seni ve kainatı şekillendiren, doğmayan, doğrulmayan, eşi ve benzeri olmayan, sonradan olanlara benzemeyen ve sana senden yakın olan mutlak sevgiliyi ceddin İbrahim gibi aradın, durdun. Yaşın ilerledikçe bu arayış seni daha bir senle olmaya itti, Hıra dağını mesken tuttun. Uzletin koynuna girerek kainatı, eşyayı ve kendini okudun. Artık çok yakın hissediyordun, sana sevgilim diye hitab eden Sevgililer sevgilisini. Olaylar rüyalarını doğruluyordu hep ya Rasulallah…Bir haber bekler gibi saatlerce Hıra dağından Kabe’ye bakıyor, dalıp gidiyordun…Yine bir uzlet sonrası Hıra dağından Hatice validemize dönerken, insanlığın hasretle beklediği, omuzlarına yüklenecek olan ulvi görevin habercisi olan sesle irkildin…iqra bi-smi rabbika allazi halak! (Ey Habibim!) Yaratan rabbinin adıyla oku! O insani bir kan pıhtısından yarattı. Oku! Ki, senin rabbin sonsuz kerem sahibidir… Evet ya Rasulallah bu Varaka b. Nevfel’in dediği gibi, senden önce kardeşlerin Musa ve İsa’ya gelen Namus-u Ekber, sen ise yolu dört gözle beklenilen, sevdasına alemlerin yaratıldığı, bir bakışına canların kurban olacağı Mahbub-u Huda, Rasul-u Kibriya Hz. Muhammed’din efendim…İnsanlığın üzerine karabasan gibi çöken zulmeti nura, zulmü adalete tebdil etmek adına irşad amaçlı seyahatler ettin, hakaretlere maruz kaldın, taşlandın, gül yüzün yaralanıp, toprağın üzerine ondan daha değerli bir şeyin basmadığı ve basamayacağı o narin ayakların kanlar içinde kaldı, yurdundan dışarı çıkarıldın, ama sen yine ey güzeller güzeli sadece ama sadece rahmeti, sadece şefkati öne aldın. Onlar bilmiyorlar, bilselerdi böyle yapmazlardı, onları affet diye Sevgiline yalvardın…Onlar içerisinden belki ilerde çıkabilecek ışığa vurgun, davana sevdalı ümmetini düşündün, ömrün boyunca ümmeti…ümmeti dedin…Davandan seni vazgeçirebilmek için kral yapalım, en zenginimiz ol, en güzel kızlarla evlendirelim diye huzuruna gelenler senin davana duyduğun kara sevdana, aşkına takıldılar. Hep o zavallılara „güneşi sağ elime, ayı sol elime verseniz davamdan vazgeçmem“ diyerek mutlak Sevgili’ye duyduğun aşkı, evet bir katresi bin derde deva olan, o yakan, yaktıkça olduran, oldukça erdiren o aşk-ı ilahiyi terennüm ettin. Seni yurdundan çıkaran o zavallılar, içlerine düştükleri zulmetin aydınlığa dönüşeceğini anlayınca ordularla yüklendiler sana, yılmadın onlarla Hakkı hakim kılmak, onları aydınlığa çıkarıp, Rahman’la barıştırmak üzere onlarla savaştın, yaralandın, günlerce aç kaldın, bağrına taş bağladın, ama asla yılmadın. Muzaffer oldun, ama asla zaferi kendinden bilmedin. Gerçek muhaciri Allah’ın yasaklarından, haramlarından kaçınan insan olarak tanımladığın gibi, gerçek zaferi malın ve evladın fayda sağlamayacağı günün sahibine teslim olmak, O’na ram olmakla tanımladın. Secdeye varmayı O’na en yakın an olarak tanımlar, secdede uzun kalırdın. Secdelerin teheccüdlerde o kadar uzardı ki, annelerimiz yaşıyor mu acaba diye soluklarınızı işitmek üzere dinlerlerdi seni. Gözünün nuru olan namaz, adeta aşığın maşuğu ile buluştuğu demlerin nişanesi gibi yansırdı üzerine, sevindiğin zaman o süruru lütfeden sevgilinle paylaşmak istercesine namaza yönelir, üzüldüğün zaman ise namazı bir sığınak kabul eder gibi huzura durur, Sevgiline sığınırdın…Hiç bir tat sana namazın verdiği tadı vermezdi, sayfalarca kelam-i İlahiyi okur, konuştukça sevgilinle konuşurdun…

Rahman’ın kulları tevazu ile yürürler Hitab-i Celil’i üzerinde hiç kimsede olmadığı kadar makes bulurdu ya Rasulallah. Tevazu senin en belirgin hallerinden birisiydi ey Sevgili. Hayber çok zorlu bir kuşatmadan sonra fethedildiğinde, şehre yağız bir at üzerinde muzaffer bir edayla girmen çok arzulansa da sen Ufeyr isimli sana ait olan merkep üzerinde tevazu ile girmeyi tercih ettin. Çünkü sen, zaferi asla kendinden bilmedin, o parlak zaferleri kendisinden habersiz yaprak tanesi dahi yere düşmeyen, senin ve kainatın yegane sahibi olan (malik al-mülk) Hz.Allah’a dayandırdın. Huzuruna gelip, korkudan titreyen kişiyi görünce üzülmüştün. Ve ona söylediğin o ifadelerin var ya, ya Rasulallah! „Korkma ey arkadaş, ben ne kralım, ne hükümdar. Ben sıcağın altında oturan, kuru et yiyen bir kadıncağızın evladıyım.“ Bu ancak ve ancak nebevi ahlakın, Huzur-u Rahman’da bulunmanın ve Allah’ın kullarına duyulan saygının nişanesiydi. Nesepleriyle övünmeyi cahiliyye ahlak-i olarak nitelendirdin. Nesebinden dolayı bir kimsenin ayıplanmasına asla müsaade etmedin. Hatta Ebu Zerr el-Gıfari’yi (r.a) nesebinden dolayı birisini ayıpladığından dolayı, içinde hala cahiliyye döneminin izleri var diyerek ayıpladın. Ey Sevgili, hep sade yaşamayı tercih ettin, asla dünyaya ve dünyalığa meyletmedin. Kalbinde seni alemlere rahmet olarak gönderen, yoluna kurban olduğumuz Sevgili’den başka hiç bir şey yoktu. Ümmetine hep takva elbisesini giydirmeğe gayret gösterdin, onlara hep sevin ve sevilin, zira sevmeyende ve sevilmeyende hayır yoktur buyurarak, insanlık arasında insanı Hakka götüren sevgi köprülerinin kurulmasını istedin. Dünü bugüne eşit olan bizden değildir buyurarak, ümmetini hep üretmeğe teşvik ettin. İnsanların en hayırlısı insanlara faydası dokunandır buyurarak, bize bizden yakın olan Mutlak Sevgili’ye insan üzerinden gidilmesi gerektiğini bizlere aşıladın. Kıyametin kopacağı anda dahi olsa, birinin elinde fide varsa onu diksin buyurarak, dünyanın da imar edilmesi gerektiğini Muhammedi üslupla bizlere izah ettin. İşlerimizi güzel yapmamızı, zira Allah’ın güzel olduğunu ve güzeli sevdiğini buyurarak her zaman en güzele talip olunması gerektiğini, emanetin mutlak manada ehline tevdi edilmesini, yoksa kıyametin, kaosun beklenmesi gerektiğini ifade buyurarak bizi hale ve istikbale hazırladın…

Yıldızlara benzetilen, kemiklerinden imanın kokusu alınan, iman Süreyya yıldızında dahi olsa onu oradan alıp gelecek derecede imana boyanmış, baktığı zaman Allah’ın nuruyla bakan, kokusunu efendilerinden alan sahaben, sana vurgundu…Yürüdüğün yollardan yürümeği, adımlarını bire bir takip etmeği, oturduğun ağacın altında oturmayı, yemeni, içmeni, giyinmeni hatta gülümsemeni, hasılı her şeyini ama her şeyini taklit etmeyi, seni özümsemeyi, sana kurban olmayı, Rahman’ın ve imanın kokusunu alabilmek adına esas olduğunu çok iyi biliyorlardı. Seni usve-i hasene ittihaz edip, sana sımsıkı sarıldıkça, imanın onları onlardan alan rahmanı ve cenneti kokusu hücrelerini sarıyor, sardıkça gözlerindeki firaset, kalbilerinde ise yakın hasıl oluyordu. Bu kokudan nasibini alan yanık yürekler huzuru sadetlerinizde cenneti keşfediyor, keşfettikçe canı canan uğruna bu güzellikler karşısında feda etmenin aslında bir hiç olduğunu ifade etmeden kendilerini alamıyorlardı. Hepsinin ağzında dilpesenk olan bir cümle vardı, o da: „fedaka ümmi va abi va nafsi ya rasulalalah! Anam, babam ve canım sana, senin yoluna feda olsun ya Rasulallah!“Bu cümle aslında yanık yüreklerde bulunan onulmaz bir kara sevdanın, onun yoluna gemileri yakmanın, onun gül yüzüne bir anlık bakışa baş koymanın ve dahası onun sevdasında yok olmanın dosta düşmana karşı yapılan sarih bir ilanıydı…Hani sana vurgun bir Abdullah’ın vardı Medine’de. Babası ise onun imanına inat münafık mı münafık o diyarın eşrafından İbn Selul’dü. Bir keresinde seni üzmüştü. Senin hüznünü gören oğlu Abdullah sana nasıl babasının boynunu koparmak için yalvarmıştı da, müsaade etmemiştin. Hani bir Talha İbn Bera isimli genç bir sahaben vardı. O da diğerleri gibi senin yoluna baş koyduğunu sevgililerden nasıl vazgeçtiğini, sana göstermek istemişti, zor durdurmuştun. Enes İbn Malik’in Hakka sevdalı bir annesi vardı, ismi Ümmü Süleym. Evine misafir olmuş, duvarda asılı olan kırbadan su içmiştin. Evin sahibesi olan sevda yüklü bu annemiz nasılda hemen efendimizin mübarek ağzı değdi diyerek kırbanın ağzını kesiverip, yanına almıştı. Ya büyük sahaben, hicret arkadaşın Sıddîk-ı Azam babası Abu Kahafe’yi yanına İslama girmek üzere getirdiğinde ağlaması. Hani sormuştun ya Rasulallah, niçin ya sıddık ağlarsın diye. O da sana, keşke şimdi babamın yerine, senin amcan olsaydı ya Rasulallah. Ben biliyorum ki, sen o zaman daha çok sevinecektin diye sana canan uğruna candan nasıl vazgeçtiğini yüreğinden gelen, rahmetin elçisi olan o paha biçilmez göz yaşları ile ifade etmişti…

Sahabelerinin hangi birisinin sana duyduğu o derin aşkı ifade edeyim ya Rasulallah. Onların hepsi sana yanık, sana sevdalı, sana vurgundu. Sahabelerinin değeri katında çok büyüktü, onları çok sever, gönüllerindeki aşklarından dolayı taktir ederdin. Bedr ve Uhud ashabının değeri ise katında çok farklıydı ya Rasulallah. Hep davana omuz veren, seninle beraber her şeyini terk edip yoluna koyulan, vurulmaları gerekiyorsa hep alnından vurulan bu güzelleri hep bağrında taşıdın. Hep onların arasında oldun, onlarla beraber oturup, yedin, içtin. Hendek kazılması gerekti, onlarla beraber hendek kazdın, gün geldi açlıktan dolayı bağırlara taş bağlanması gerekti, bağrına taş bağladın. Evinde bulunan her şey için ashab-ı suffanın sofrasında da var mı dedin, asla el sürmedin. Evinde pişen, ashab-i suffanın ocağında pişiyorsa yerdin. Fakirlerle yemek yemeden, onların sofrasına oturmaktan ne kadar haz alırdın ya Rasulallah. Hayatin boyunca ben demedin, ashabım ve ümmetim dedin. Susuz kaldı ashabın, onları parmaklarınla, ab-i Rahman olan su ile serinlettin. Uzat tekrar tekrar o mübarek ellerini bizlere, bizler de sahaben gibi çok susadık ya Rasulallah. Su istemiyoruz, yeter ki mübarek ellerine değsin çatlayan dudaklarımız. Uzat mübarek ellerini, uzat ki ferahlasın ateş-i hasretinle yanan gönüllerimiz, ruhlarımız… Kapına köle olmak, sünnetine yapışıp, aşkınla gıdalanmak ve o aşkla Mutlak Sevgili’ye (c.c.) vasıl olmak duasıyla…

Essalat-u ve-sselamu aleyke ya Rasulallah! Essalut-u vesselamu aleyke ya Habiballah! Esselat-u vessselamu aleyke ya seyyidel – evveliyne ve -l – ahiriyn!