Ehl-i Beyt ve Sevgisi

“Ehl” ve “Beyt” kelimelerinden müteşekkil olup kelime itibariyle “ev halkı” olarak tercüme edebileceğimiz bu terkip, bizzat Efendimiz (s.a.v.) tarafından ailesi ve yakınlarını kapsamına alan bir ifade olarak kullanılmıştır. Yine ilgili kaynaklardan biz biliyoruz ki Hz. Peygamber (s.a.v.) kendisiyle kan bağı bulunmamasına rağmen sahabeden Abdullah b. Mesud’u ve Selmân-ı Farisî’yi kanaatimce kendilerine duyduğu sevginin nişanesi olarak Ehl-i Beyti’nden saymıştır. 1(Buhari: Fezailu’l-Ashab, 27; Müslim: Fezailu’s-Sahabe, 37) Kur’an’da üç yerde geçen bu kavram, Hz. Musa (s.a.v.) ile ilgili olan ayette Hz. Musa’nın ev halkı,2 (Kur’an: 28/12) Hz. İbrahim ve Efendimiz (s.a.v.) ile ilgili olan ayetlerde de ilgili peygamberlerin hanımları için kullanılmıştır. 3 (Kur’an: 11/73, 33/33)

Ehl-i Beyt kavramı içerisinde kabul edilen zevât, bu kavramın kapsamı ve vasıfları hususu, Ehl-i Sünnet ve Şia arasındaki temel ayrışımlardan birisidir. Bu husustaki ayrışım noktalarını genel olarak ifade etmek gerekirse Şia, Ehl-i Beyt kavramını “ehl-i kisâ” “pençe-i âl-i abâ” veya “hamse-i âl-i abâ” olarak nitelendirilen ve hadîslerde tevatür derecesinde yerini bulan “Hz. Peygamber, Hz. Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin” ve onların soyundan gelenler için kullanılmaktadır. Onlara göre Hz. Peygamber’in Fâtıma dışındaki diğer çocukları ile hanımları Ehl-i Beyt kavramı içerisine girmezler. Ehl-i Beyt kavramının kapsamını böyle değerlendirmeleri sebebiyle Kur’an’da ilgili âyette geçen “tathîr-günahlardan temizleme” hususunu da bu kapsama dahil olanlar için değerlendirmektedirler. Şia ulemasınca bu günahlardan temizleme-tathir olanların “masum-günah işlemez” olduklarına delil teşkil ettiği gibi âyette bulunan “innemâ-tahsis edatı” da onların bu hususta diğer müminlerden ayrıldığına delalet etmektedir. Ehl-i Sünnet ulemasından bazılarına göre; Ehl-i Beyt’ten kasıt ilgili ayetten de ifade edildiği üzere yalnız Hz. Peygamber’in hanımlarıdır. Zira bu âyet onlar için nâzil olmuştur. İbn Abbas bu görüştedir. Ehl-i Sünnet ulemasının çoğunluğunca Ehl-i Beyt kavramı öncelikle Hz. Peygamber’in bütün akrabalarını (Haşimoğulları-Benî Haşim) içine alacak bir tarzda değerlendirilmektedir. Ehl-i Sünnet uleması, Ehl-i Beyt’in masumiyeti hususunu kabul etmeyerek ilgili âyette geçen tathir kelimesinin Kuran’ın diğer ayetlerinde(5) (Kur’an: 5/6, 9/103) müminler içinde kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Peygamberlerin yakın ailelerinin Kur’an’da da zikredilen hatalarını ileri sürerek, günahsız olma (ismet) sıfatının yalnız peygamberlere has olduğunu, buna rağmen peygamberlerden dahi bazı zellelerin vaki olduğu yine Kuran’ın ilgili âyetlerine dayanılarak Ehl-i Sünnet ulemasınca delillendirilmiştir.

Konu ile ilgili hadîslere bakıldığında, bu hadîsler Ehl-i Beyt’in tanımı ve fazileti üzerinde yoğunlaşmaktadır. Nitekim Ehl-i Beyt söz konusu olduğu vakit hemen dillendirilen ve olayın mahiyeti itibariyle olaya muhatap olan kişilerin “hamse-i ehl-i abâ”, “pençe-i âl-i abâ” olarak isimlendirilmelerine neden olan hadîste Ehl-i Beyt şöyle vasıflandırılmaktadır: “Hz. Âişe validemiz anlatıyor: Resûlullah (s.a.v.) üzerinde siyah (yünden) nakışlı bir kumaş olduğu halde sabahleyin (evden) çıktı. O sırada Hasan geldi, onu örtünün altına soktu. Sonra Hüseyin geldi onu da soktu. Sonra Fâtıma geldi, onu da örtünün altına soktu. Sonra Ali geldi, onu da örtünün altına aldıktan sonra: Ey Ehl-i Beyt, Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor. (Ahzab, 33) buyurdu.”(6) (Müslim: Fezâilu’s-Sahabe 61, (2424) )Yukarıda nakledilen hadîste Ehl-i Beyt, tanımı beş kişiyi içine alacak tarzda ifade edilirken, ki bu beş kişinin Ehl-i Beyt’ten olduğu noktasında ihtilaf yoktur; aşağıda naklolunacak olan hadîste ise yaklaşık ayni hâdise küçük farklılıklarla ifade edilirken, Ümmü Seleme validemizin Hz. Peygamber’in ilgili kişileri Ehl-i Beyt’ten olarak sayması sonrası kendi konumunu öğrenmek noktasında Hz. Peygamber’e “ya biz Yâ Rasûlallah” hitabına hadis metninde ifade edilen Peygamber cevabi konumuz açısından önemlidir. Bu hadis metninden bana göre anlaşılması gereken, Hz. Peygamber’in peygamber hanımlarının Peygamber’e eş olmaları nedeniyle zaten hayırda oldukları ve onların tekrar isimlerinin sayılmasının gerekmediği hususudur. Bu hadis metninden “Sizler peygamber zevcelerisiniz, size bu ecir ve şeref olarak yeter, daha ne istersiniz?” Ehl-i Beyt, hadis metninde isimleri sayılı kişilerdir seklinde yorumlayanlar olabilir, fakat bu, yorum tekniği açısından makul ve tutarlı değil, aksine metni zorlamadır. Ümmü Seleme validemizle Efendimiz (s.a.v.) arasında tahakkuk eden olay hadîs metninde bakınız nasıl ifade edilmektedir: “Ümmü Seleme validemiz anlatıyor: Ben Resûlullah (s.a.v.)’in evinin kapısında iken şu ayet nâzil oldu; ‘Ey Peygamber ailesi! Allah günahlarınızı giderip sizi tertemiz yapmak istiyor.’ (Ahzab, 33) Evde Resûlullah (s.a.v.), Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve ‘Allah’ım iste bunlar Benim Ehl-i Beyt’imdir, bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl!” buyurdu. Ben atılıp: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Ben Ehl-i Beyt’ten değil miyim?’ dedim. Bana: ‘Sen zaten hayırdasın, sen Resûlullah’ın zevcesisin.’ diye cevap verdi.” 7(Tirmizî, Menâkib, 3870)

Ehl-i Beyt kavramına yüklenen derin mana, saygı ve sevginin nişaneleri olarak bu konulara ilişkin özel eserler kaleme alınmış, tarihî süreç içerisinde Ehl-i Beyt’in icra ettiği fonksiyonlar uğramış oldukları haksızlıklar ve faziletleri çeşitli açılardan irdelenmiştir. Günümüzde Ehl-i Beyt kavramı genel olarak, Hz. Peygamber’in torunları Hz. Hasan (şerif) ve Hüseyin’in (seyyid) soyundan gelenler için kullanılmaktadır. Sünni halk içerisinde ise Ehl-i Beyt kavramını ifade sadedinde daha ziyade seyyid kavramı Hz. Peygamber’in soyundan gelenler için kullanılmaktadır. Daha ilk devirlerden itibaren Hz. Peygamber’in soyundan gelen, zaman zaman zulme ve acıya maruz kalan bu kimseleri Hz. Peygamber’den kendilerine kalan adeta kutlu bir emanet gibi algılayan İslam toplumu, onlara karşı gerekli duyarlılığı göstermeye çalışmış, sicillerinin tutulup, sıkıntılarının giderilmesine gayret göstermiş ve faziletli olanlarını baş tacı etmeyi bilmiştir. İslam’ı bizzat Hz. Peygamber’den dinleyerek öğrenen ve pek çok hususta vermiş olduğu içtihatlarıyla ilkleri başlatan Hz. Ömer (r.a.) kadınlardan az mihir istemelerine ilişkin devamlı ikazda bulunup en yüksek mihir bedelini 500 dirhemle sınırlamak isterken 8(İbn Mâce: Nikah, 17; Tirmizî: Nikah, 22; Ebu Davud, Nikah, 29.) kendisi Hz. Peygamber’in torunlarından Ümmü Gülsüm için 40.000 dirhem mihir ödemiş, kendisine yüksek mihre karşı olduğu hatırlatıldığında Ümmü Gülsüm’ün mihri için ödenen bu meblağın soyunun asaletini takdir babında ödendiğini Hz. Ömer ilgili rivayetlerden anlaşıldığı üzere yine bizzat ifade etmiştir. 9 (İbn Kesir: el-Bidaye ve’n-Nihaye, Kahire, 1992, V/292- VII/132.) Konunun değerlendirilmesine ilişkin geniş bilgi için bkz. Hüseyin İlker Çınar: Die Islamische Überlieferungsliteratur zur Rechtslage im Frühislam unter Berücksichtigung Altarabiens, Münster, Hamburg, London, 2003, s. 156-157.) İlk dönem sahabelerden itibaren görülen bu ilgi, Müslüman halkın gönlünde Hz. Peygamber’e duyulan muhabbetin bir nişanesi olarak günümüze değin taşınmıştır. Hz. Peygamber’in soyundan gelenlere gösterilen ilgi ve sevgiyi salt soy kütüğüne bağlamak ne denli yanlış sakıncalı ise, bu soya mensup faziletli insanlara “Seyyid ve Ehl-i Beyt” kavramlarını şahsi menfaatleri için kullanıyor diyerek toptancı bir anlayışa girmek de o denli yanlıştır. Şüphesiz ki Hz. Peygamber’e duyulan sevgi ve muhabbetin yegane nişanesi kutlu elçinin veda hutbesinde ümmetine bırakmış olduğu emanetlerin yılmaz birer takipçisi olmak, takvayı özümseyip ihlas ve ihsan sırlarına ermektir. Hz. Peygamber’in soyundan gelen seçkin kimselere Efendimize duyulan muhabbetin nişanesi olarak sevgi duymak, bu sırlara erişte bir engelleyici olmaktan ziyade, kanaatimce ilerletici bir fonksiyon ifade eder. Ayrıca soy ile övünmeyi, herhangi bir kimseyi soyundan dolayı aşağılamayı, cahiliyye adaplarından birisi olarak addeden bir kutlu Peygamber’in, 10(Müslim: Cenaiz, 10). Üstünlüğü salt soya bağlamak suretiyle, bu konuda daha ilk dönemlerden itibaren aşırıya kaçanların tutumlarını kanaatimce İslam öncesi dönemde soy ve asalete dayalı şekillenen içtimai hayatin yapısında aramak gerektir. İslam getirmiş olduğu mesajın özü itibariyle bu soya dayalı üstünlük ilkesini “takva ve kulluk” bağlamında çözmek için uğraş vermiştir. İnsanları tarağın dişleri gibi eşit addederek, üstünlüğü takvaya bağlayan bu mesaj, ilke olarak vurgulanmasına rağmen, içtimai alanda kabile ve soyun asaletine göre şekillenen yapıya çok yönlü saik ve nedenlerden dolayı arzu edilen ölçüde nüfuz edememiştir. Kureyş’in üstünlüğü ilkesi Hz. Peygamber’in vefatıyla birlikte daha ilk halife seçiminde Muhacir ve Ensar arasında de facto olarak ortaya atılmıştır. Ayrıca Hz. Peygamber’in ümmetimde dört cahiliyye adabı kaldı şeklindeki ifadesinin içeriğinde de soya dayalı üstünlük veya soyundan dolayı birisini aşağılama, yıldızlardan yağmur isteme ve ölünün arkasından ağıtlar yakarak aşırıya varan matem havası tek tek sıralanmaktadır. (Bu hadîs için bkz. Müslim: Cenaiz, 10. ) kendi soyuna mensup olanların salt bu soydan gelmeleri nedeniyle sevilmelerini istemeleri beklenilemez.

Ehl-i Beyt’in sevilmesi ve gözetilmesi hususunda hadis kaynaklarında pek çok hadîslere rastlanılmaktadır. Hz. Peygamber, İbn Abbas’tan gelen rivayette kendi sevgisi için Ehl-i Beyt’in sevilmesini istemektedir: İbn Abbas (r.a.) anlatıyor; Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Nimetleriyle sizi beslediği için Allah’ı sevin. Beni de Allah sevgisi için sevin. Ehl-i Beyt’imi de benim sevgim için sevin.” 11(Tirmizi, Menakib, (3792))

Ehl-i Beyt’in gözetilmesi hususunda bakiniz diğer bir rivayette Hz. Ebu Bekir ümmetten nasıl istemektedir: İbn Ömer (r.a.) anlatıyor; Ebu Bekir (r.a.) buyurdular ki: Muhammed (s.a.v.)’i Ehl-i Beyt’inde gözetin. 12 (Buhari, Fezailu’l-Ashab, 12/22.)

Diğer bir rivayette ise Ehl-i Beyt, Hz. Peygamber tarafından kendisinden sonra ümmete bırakılan iki ağırlık (emanet)dan birisi olarak nitelendirilmektedir. Kur’an’dan sonra ikinci ağırlık olarak ümmete bırakılan bu emanete de sahip çıkılması, ilk emanet olarak vasfedilen Kur’an’a yönelik vurgulamalardan, yani hadisin mana bütünlüğünden anlaşılmaktadır. İlgili hadîste Hz. Peygamber’den ümmetine bırakılan bu iki ağırlık (emanet) bakınız nasıl ifade edilmektedir: “Yezid İbn Hayyân, Zeyd İbn Erkam (r.a.)’dan rivayetle anlatıyor; Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: Dikkat ediniz! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allah Teala’nin kitabıdır. O, Allah’ın ipi olup kim ona tabi olursa hidayet üzere olur ve kim de onu terkederse dalalet üzre olur. İkincisi ise Itretim (nesil, akraba) Ehl-i Beytimdir.” 13 (Müslim: Fezailü’s-Sahabe 37, (2408) Hz. Peygamber’in veda haccında irad ettiği hutbenin içeriğinde de kendisinden sonra ümmetine bırakılan emanetler hususunda, çoğu rivayetlerde yalnız Kur’an, kimi rivayetlerde de Kur’an’la beraber sünnet zikredilmektedir. Veda haccında irat edilen hutbe için bkz. İbn Mace: Menasik, 84; Ebu Davud: Menasik, 56.)

Allah (c.c.)’in ipi (hablullah) olarak nitelendirilen Kur’an’ın mesajını, özüne uygun olarak anlamak, her hak sahibinin hakkını yine Kur’an’ın hakkaniyet ölçülerince değerlendirilip ifa etmek, sevgileriyle Mutlak Sevgili (c.c.)’ye ulaşacağınız kutlu kimselerin sevgilerinden mahrum olmamak dileği ve duasıyla…